Takipde Kalın!
Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
Gündem Ekonomi Dünya Spor Magazin Kadın Sağlık Yazılar Teknoloji Gastro Video Stil Resmi İlanlar

Sene 1962. Amerika'nın California Eyaleti'nde bir roman yayınlanır, Ken Kesey imzalı. Hikâye, yazarın zaman zaman gidip çalıştığı, hatta bazı ilaçların (ve uyuşturucuların-ne de olsa 60'lı yıllar) denenmesinde gönüllü olarak "kobaylık" yaptığı bir akıl hastanesinde yaşadıklarından, gördüklerinden etkilenerek kaleme alınmıştır.

Roman çıkar çıkmaz dönemin gençliği tarafından coşkuyla karşılanır. Yazarı ise adeta kahramanlaştırılır. Aradan yedi sene geçer. Kitaptan esinlenilerek çekilen film gösterime girer. Milos Forman'ın kamerasından unutulmaz bir şaheser. Tüm dünyada izlenme rekorları kıracak, dokuz dalda Oscar'a aday gösterilecek, üst üste birçok ülkede sinema tarihinin kült eserleri arasında sayılacaktır. Namı diğer Guguk Kuşu.

İzleyip de unutabilen var mı? Jack Nicholson'a hayranlık beslemeyen var mı? Bu filmi ilk seyrettiğimde üniversitedeydim, sanıyorum ilk dönemler. Sinema kulübünde bir özel gösterimdi. Hani fırsat olsa elimizde, geçeceğiz ekranın öte yanına, varacağız Amerika'daki o akıl hastanesine, farklılıkları törpüleyen, "hastalar"ı ezen, kendi haklılığına sonuna kadar inanan, buyurgan ve tahammülsüz ve otoriter Hemşire Ratched tiplemesine karşı topluca direnişe geçeceğiz. Öylesine coşkuyla, aşkla izlemiştik yıllar yıllar evvel.

*

İçinde yaşadığımız yüzyılın en heyecan verici gelişmelerinden biri nörobilim alanında sürdürülen birbirinden ilginç çalışmalar. 2000'de tıp alanında Nobel Ödülü'nü kazanan Eric Kandel konuşmasında, geçtiğimiz yüzyılın gen biliminde çığır açtığını, bu yüzyılın ise beyne doğru yelken açacağını ima etmişti. Kehaneti doğru çıkacağa benziyor. Beyin hâlâ bir muamma olsa da bundan böyle en büyük keşfimiz olacak.

Beynimizi anladıkça, nasıl düşündüğünü çözdükçe kendimizi tanıyacağız. Bu öyle bir süreç ki dinleri de ilgilendiriyor felsefeyi de, bilim ve tıp dünyasını da ilgilendiriyor biz edebiyatçıları da.

Beyni anlamaya çalışırken en aklı başında, en birikimli insanların bile ne vahim hatalar yapabileceklerine verilebilecek en çarpıcı örnek gene lobotomi olsa gerek. "Lobo" eski Yunanca beyin, "tome" ise kesmek/biçmek kelimelerinden türetilmiş. Beynin "sorunlu" bölümünün (prefrontal korteks) "kesilerek", sert ve sivri bir cisimle müdahale edilerek hastaların iyileştirileceğini iddia eden "mucizevi tedavi".

1949'da bu yöntemi geliştiren Portekizli doktor Egas Moniz'in Nobel Ödülü'ne layık görüldüğüne inanmak ne kadar zor geliyor bugün.

Moniz bu yöntemi 1930'larda Lizbon'da bir akıl hastanesinde sistematik olarak uygulamış, başarılı olduğuna kanaat getirmişti. Amacı frontal lob ile beynin geri kalanı arasındaki bağlantıyı kesmekti. Böylece "problem" ortadan kalkacak, hasta normalleşecek; normalleşmese bile sakinleşecekti. Toplam beş dakika sürüyordu işlem, etkisi ise bir ömür boyu. Yöntem hızla tüm dünyaya yayıldı.

Lobotomi uygulanan hastalardan bir kısmı hayatını yitirdi, geri kalanlar ise kişiliğini. Çoğu bir daha düzelmeyecek şekilde "pasifleştirildi". Tepkisiz, duygusuz, yüzleri duvardan, bakışları boşluktan ibaret bitki-insanlara dönüştüler. 1951'de sırf Amerika'da 20 bin kişiye uygulandı bu yöntem. Aralarında Başkan Kennedy'nin kız kardeşi Rosemary Kennedy de vardı. Konuşkan, meraklı, cıvıl cıvıl bir genç kız iken uygulamadan sonra o kadar fenalaştı ki hastaneye kapatılması gerekti. (Kennedy ailesinin, evlatlarını böyle bir uygulamaya mecbur tuttukları için derin pişmanlık duydukları söylenir.)

1950'lerin ortalarından itibaren lobotomi terk edildi. Birdenbire değil, peyderpey. Yönteme yönelik en sert eleştiriler Sovyetler Birliği'nden geldi ilk başlarda. Sonra katlanarak arttı tepkiler. İnanması zor olan, hastaların uygulamadan ne kadar zarar gördüğü gün gibi ortada iken bile yöntemin işe yaradığını düşünen doktor ve akademisyenlerin çıkması. İnanması zor olan, bunu yapanların gayet akılcı, donanımlı ve muhtemelen iyi niyetli insanlar olması.

İlgi duyanlar varsa, BBC bu konuda yakın zamanda müthiş bir belgesel hazırladı. İngiltere'de üzerinde lobotomi uygulanan "sıradan" insanlarla söyleşiler yaparak. Konuşanlardan biri de doğum sonrası depresyon geçiren bir ev kadını. Doktorunun tavsiyesi üzerine lobotomi uygulanıyor, sonuç başarısız olunca ikinci kez lobotomiye götürülüyor.

İzlerken düşünmeden edemiyorum. Bizde, tarihimizde, akıl hastanelerinin geçirdiği serüvenler üzerine benzer belgeseller yapılsa keşke. "Osmanlı'da her şey Batı'dan çok daha ileriydi, ne kadar temiz ve iyiydi" yaklaşımının ötesine geçebilen, kendini sorgulayabilen, özeleştiriden korkmayan araştırmalara, her alanda olduğu gibi burada da ihtiyacımız var!

Şurada Paylaş!
Yazı Boyutua
Yazı Boyutua
Diğer Yazılar