Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son dönemde seyrettiğim hiçbir filmin beni zihinsel olarak bu kadar yorduğunu hatırlamıyorum. Kuşkusuz, Luca Guadagnino'nun “Suspiria”sını hiçbir şey düşünmeden, kendinizi görüntülerin akışına bırakarak seyretmeniz mümkün ve bence doğru yöntem galiba bu... Çünkü filmin görsel kodlarını okumaya çalışmak, sadece alt metinleri değil, normal “metni” üzerine düşünmek bile yorucu. Üstelik böylesi bir çaba, filmden aldığınız zevki ikiye üçe katlamıyor. Sadece filmi daha zor hale getiriyor...

        Dario Argento'nun 1977 yapımı “Suspiria”sı bir insanın iradi gücünü kaybetme ve başkalarının kontrolüne geçme korkusuyla ilgilidir. Amerikalı genç Suzy, Berlin'de yatılı bir dans okuluna gelir ve okulda kökeni geçmişe giden bazı gizli, kötü güçlerin varlığını hisseder.... Orijinal “Suspiria”, seyirciyi tedirgin edici bir atmosferin içine çekmeyi ve onu korkutmayı hedefler. Çoğu korku filminin sahip olduğu açık ve basit bir istektir bu... Filmi değerli kılan, Argento'nun hikâyeyi şekillendiren kendine özgü, tuhaf imgeleridir.

        Öte yandan, filmi sadece biçimciliği üzerinden sevmek mümkün. Yani, “metni” boşverip kendinizi Guadagnino'nun imgelerine bırakmanız akıllıca bir çözüm olabilir... Ama “metnin” karmaşası, filmin biçimini de karmaşık ve yorucu hale getiriyor. Yine de bazı paralel kurgu sahnelerini sevdiğim kesin. Mesela Susie'nin provada dans ederken başka bir dansçının okulun gizli bir köşesinde “öldürüldüğü” sahnedeki eşzamanlılık etkileyici ve orijinal... Orada okuldaki kötülüğün güçlü bir varlık olduğunu ve dansla kendini ifade ettiğini ilk kez net biçimde hissediyoruz. Ama gerçekten çok fazla kurgu oyunu var. Guadagnino, bazı diyaloglu sahneleri bile kısa planlarla çekmiş. Bu kurgu anlayışı bana 1970'li yıllar sinemasına damgasına vuran İngiliz yönetmen Nicolas Roeg'un tarzını hatırlattı... Guadagnino, 1970'ler sinemasının optik zoom, ani ve kısa kamera hareketi gibi başka anlatım öğelerini de ara ara kullanıyor. Bazı çok hoş uzun çekimler de var... Filmin biçimsel olarak en çok hoşuma giden yanı ise aydınlatması, mekân seçimi ve soluk renk paletiyle görsel atmosferi oldu. Dışarıda geçen Berlin sahneleri, iç mekânlardaki 1970'ler havası, yağmurlu ve karlı çekimler, mükemmel bir görsel doku veriyor filme. Thom Yorke'un müziğinin etkisini de unutmayalım.

        Ses, ilk filmde çok önemlidir. Argento, sesler sayesinde okulu canlı bir organizma haline getirir. Guadagnino aynı numarayı kullanıyor ama seslere ve okulun tekinsizliğine bu kez dansı ekliyor. Dans etmek okulun içindeki gizli güçlerin etkileyebildiği bir süreç. Dans ettiğiniz anda okulun parçası oluyorsunuz. Açıkçası filmin en çarpıcı yanlarından biri galiba bu...

        Yine de “Suspiria”dan çok etkilendiğimi söyleyemem. Öte yandan kötü, hatta vasat bir film demek haksızlık olur. Guadagnino'nun çabasının belirli ölçüler içinde takdiri hak ettiğini düşünüyorum. Ama umarım bir daha böyle yorucu filmler çekmez, “Beni Adınla Çağır”ın sadeliğini çok özletmez. Belli ki, Guadagnino ilk filmin altında kalmayan “en az onun kadar orijinal bir şey” yapmak istemiş ama galiba biraz aşırıya kaçmış...

        Ve son olarak, oyuncular! Dakota Johnson, Susie rolü için doğru bir seçim olduğunu gösteriyor “Grinin Elli Tonu” serisinin kötü anılarını unutturuyor. Mia Goth (Sara) ve Angela Winkler (Miss Tanner) gayet iyiler. Tilda Swinton ise mükemmel... Swinton'ın sadece Madam Blanc'ı değil Doktor Klemperer'i oynadığını da belirtelim.

        Filmin notu: 6

        Diğer Yazılar