Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Soğuk Savaş” bir aşk filmi. Savaş sonrası Polonya'sının yıkıntıları üzerinde birbirlerini bulan ama bir türlü “birbirlerinin olamayan” bir çiftin hikâyesi...

        Wiktor (Tomasz Kot) müzisyen, Zula (Joanna Kulig) şarkıcı... 1949'da bir folklor topluluğunun kuruluş günlerinde tanışıyor, birbirlerini seviyorlar. Hem de büyük bir tutkuyla... Güçlü bir bağ var aralarında ama yıllar boyunca ellerine fırsatlar geçmesine rağmen kalıcı, dengeli ve huzurlu bir ilişki kuramıyorlar.

        Peki, neden? Filmin öyküsünü de yazan yönetmen Pawel Pawlikowski kesin yanıtlardan uzak duruyor, yorumu bize bırakıyor. Daha doğrusu filmi seyrederken sezgilerimizi kullanmamızı, filmden sonra da düşünmemizi istiyor...

        Sezgilerden gidersek, 1950'li yıllarda Paris'teki ilk karşılaşmalarında aralarında geçen bir diyalog geliyor aklıma öncelikle... Wiktor, 1952'de Berlin'de kendisiyle birlikte Batı'ya iltica etmeyen Zula'ya o gece buluşmaya neden gelmediğini soruyor. Zula kendine göre nedenler sıraladıktan sonra “Ben sensiz gitmezdim” diyor... Wiktor ise susup kalıyor. O an, Zula'nın en başından beri gitmeye karşı olduğu ama Wiktor'un bunu anlamak, daha doğrusu hissetmek istemediğini düşünüyoruz...

        Bazen insan anlaşılmak değil, sezilmek ister. Özellikle âşık olduğu kişiden... Zula'nın Berlin'de o gece Wiktor'dan istediği tam da buydu belki; Wiktor'un onun içinden geçenleri sezmesi... Gerçekten de sezgi, ikili ilişkilerde anlamanın çok ötesinde bir değer taşımaz mı?

        Kaldı ki, aklın, bir noktadan sonra aşkta hiçbir işe yaramadığını herkes bilir. Zula ile Wiktor'un Paris'teki ikinci buluşmalarında yaşadıklarını da rasyonel olarak açıklamak mümkün değil... İlk bakışta, Paris ikisi için özgürlük ve gelecek anlamına geliyor. Ama kimin bakış açısından? Zula, Paris'te mutsuz ve sudan çıkmış bir balıktan farksız...

        Peki, Zula'yı Polonya'ya bağlayan neden sosyalizm mi? Pek sanmıyorum; çünkü sosyalizm Zula ya da Polonya açısından pek de iyi bir sistem olarak gösterilmiyor. Zula için Polonya, bir tür “ruhsal ev” gibi... Filmde iki kez karşımıza çıkan o yıkık dökük kilise benzeri mekân, yarısı dökülmüş fresk, hikâyenin gizli kalbi gibi geliyor bana. Kaldı ki, Zula'nın inançlı biri olduğunu hissetmek mümkün. Yönetmen Pavel Pawlikovski, dine bağlılık, inanç ya da yurt sevgisi gibi meseleleri açıktan açığa ortaya koymasa da özellikle Zula açısından önemsiz olmadıklarını düşündürüyor bize...

        Zula için sosyalizme uyum sağlamak, yeri geldiğinde pragmatik çözümler bulmak çok zor değil. Ayrıca halk şarkılarıyla arası gayet iyi. Wiktor'la Paris'te yaptıkları müziği kesinlikle sahiplenmiyor; plağı fırlatıp atıyor. Paris'te “Polonyalı mülteci şarkıcı” olarak yaşamak istemiyor... Çünkü bu, kendisinin değil başkalarının onun için yazdığı bir hikâye... Wiktor ise Batı'ya uyum sağlamakta zorlanmayacak, her koşulda ekmeğini çıkaracak bir müzisyen. Sosyalizm onun için özgürlüğün kaybı anlamına geliyor. Vatan, din ya da inanç gibi manevi değerlere önem veriyormuş gibi de görünmüyor. Ne var ki, onun asıl vatanı Zula; çünkü Zula'sız yaşayamıyor.

        Zula'yı sezgilerimizle, Wiktor'u aklımızla anlamamız kuşkusuz tesadüf değil. İkisini birbirinden ayıran da biraz bu sezgi – akıl farkı...

        Wiktor'un filmin son bölümünde o çılgın kararı alıp Zula'ya dönmek istemesi aklın tümüyle reddi değil mi zaten? Zula'nın en başından beri istediği şey belki de hep bu: Rasyonel olanın tümüyle reddi... Wiktor'un akıl dışına çıkması...

        Film üzerine düşündüğünüzde, yıllar boyunca ayrı kalmakla kavuşmak arasında gidip gelen Wiktor ve Zula ilişkisi üzerine başka yorumlar getirmeniz mümkün... Kesin olan, belirli bir noktadan sonra aşkın her ikisi için de bir özyıkım sürecine dönmesi...

        Filmin beni rahatsız eden kısmı, neden – sonuç ilişkilerinin belirsiz kalmasından ziyade, Pawlikowski'nin bu belirsizlik için özel bir çaba göstermesi oldu galiba..., Öyküyü gerçek olaylardan esinlenerek yazdığını söyleyen Pawlikowski, filmi anne ve babasına adamış. Hedefi belli ki, Sovyet yayılmacılığı ve Batı kültürü arasında kalan Zula – Wiktor aşkını kutsamak; ilişkinin çıkmazıyla, Polonya tarihi arasında bir bağ kurmak...

        “Soğuk Savaş”ın özellikle görüntülerini çok sevdiğimi söyleyebilirim. Pawlikowski filmi Akademik format olarak da bilinen “1.37:1 formatı”yla çekmiş... “1.37:1”, yıllar boyunca standart çerçeve ölçülerinden biriydi. Sinemacılar zaman geçtikçe daha geniş çerçeveleri tercih ettiler. Ne var ki, “1.37:1”in son yıllarda küllerinden yeniden doğuşuna tanık oluyoruz. Bu yeniden doğuşta katkısı olan isimlerden biri, aynı formatı bir önceki filmi “Ida”da da kullanan Pawlikowski...

        “Soğuk Savaş”, dar çerçevesi ve siyah beyaz renkleriyle hikâyenin geçtiği yıllarda çekilmiş bir film izlenimi veriyor. Özellikle ilk bölümde 1950'lerden kalma bir Polonya filmi seyrediyormuş gibiyiz... Ama hikâye ilerledikçe siyah-beyaz renklerin dokusu günümüz sinemasına doğru yaklaşıyor. Özellikle Paris sahnelerinde kontrast, netlik ve derinlik artıyor. Pawlikowski, görüntü yönetmeni Lukasz Zal ile birlikte gerçekten çok güzel çerçeveler yakalıyor; 1.37:1 formatının kendine özgü bir güzelliği, ayrı bir estetiği olduğunu düşündürüyor. Görüntüler filmde neredeyse hikâyeyi ezecek kadar güzel...

        “Soğuk Savaş”ta müzik de önemli bir anlatım aracı. Filmde, 1948'de kurulan Polonya folk şarkıları ve dansları topluğu Mazowsze ile avangart piyanist-besteci Marcin Masecki'nin düzenlemeleri kullanılıyor. Polonya halk şarkılarından caza ve Fransız şansonlarına uzanan bu şarkılar, filme farklı bir derinlik katıyor. Zula'yla Wiktor'un ilişkisi halk şarkılarıyla başlıyor, caz müziğiyle krize giriyor. Rock'n Roll ise nerdeyse kopuşa denk geliyor. Özetle, Zula ve Wiktor, Batı müziğine yaklaştıkça birbirlerinden kopuyorlar...

        Pawliko wski'nin sosyalizm – kapitalizm ayrımında Rus sinemacı Andrey Tarkovski'yi hatırlatan bir yaklaşımı var. Tarkovski hem Sovyet rejimine hem de Batı ülkelerine aynı mesafede durur, ülkesini çok severdi. Zaten finale doğru rüzgarda hareket eden buğday başakları bana Tarkovski'yi hatırlattı...

        “Soğuk Savaş” hüzünlü ve güzel bir film. Ama neden – sonuç ilişkilerinin belirsizliği sizi rahatsız edebilir çünkü Zula ve Wiktor'u anlamak pek kolay değil...

        Filmin notu: 7

        Diğer Yazılar