Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Vincent Van Gogh'la ilgili filmlerin sayısı az değil. Sinemacıların en sevdiği ressamlardan biri... Peki, onca filmin ardından Van Gogh üzerine hâlâ yeni bir şeyler söyleyebilmek mümkün mü?

        Yönetmen Julian Schnabel, senaryosunu Jean-Claude Carriere ve Louise Kugelberg'le yazdığı filmde bu soruya olumlu bir yanıt vermeyi başarıyor.

        “Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında” (At Eternity's Gate), boş ve siyah bir çerçeveyle başlıyor. Sadece Van Gogh'un (Willem Dafeo) sesini duyuyoruz. Van Gogh, insanlarla dostane ve sıcak ilişkiler kurmaya duyduğu özlemi anlatıyor. Son derece basit istekler bunlar... Çoğumuzun her gün yaşadığı şeyler. Anlık sohbetler, arkadaşlıklar ve insanı sarıp sarmalayan sıcak bir ilgi... Kim istemez ki bunları? Ama Van Gogh tüm bunlara hasret...

        Bazı insanlar yalnızlığı kendi seçer... Bazıları ise yalnızlığa mahkûm olur. Çünkü kendilerini sevdiremezler. Sosyal ilişkilerinde başarılı değillerdir. İnsanlarla iletişim kurmayı bilmezler. Empati duyguları zayıftır. Başkalarının ne hissettiklerini anlayamazlar...

        Film boyunca defalarca tanık olduğumuz gibi Van Gogh da onlardan biri... Arkadaş edinmesi çok zor. Açılış sahnesinde Paris'te sanatçılar tarafından dışlandığını görüyoruz. Söz verdikleri halde kafe sergisine katılmıyorlar... Paris'te hiç arkadaşı yok.

        Sadece Gaugin değil, kendisini seven diğer insanlarla bağ kurmakta da başarılı değil.

        Daha kötüsü, hiç tanımadığı insanlara nasıl davranacağını bilmiyor. Çocuklar çevresini sardığında paniğe kapılıyor. Poz vermesini istediği köylü bir kıza zor kullanmaya kalkıyor vb...

        Sonuçta, resim yapmak için gittiği Arles'te birkaç kişi dışında hiç kimse onu sevmiyor. Hatta ondan nefret ediyorlar... Ömrünün son günlerini geçirdiği Auvers-sur-Oise adlı yerde de aynısı oluyor: Taşralı insanların zorbalığına maruz kalıyor...

        Bugüne kadar Van Gogh deyince aklımıza “anlaşılamaz olduğu için toplum dışı kalan yalnız sanatçı” gelirdi... Filmlerde yaşadığı aşk acıları, yoksulluğu ve yalnızlığı vurgulanırdı. Burada ise insanlarla iletişim ve ilişki kurmakta yaşadığı o müthiş çaresizlik öne çıkarılıyor.

        Yönetmen Julian Schnabel yalnızlığın nedenlerine farklı bir bakış açısı getiriyor. Van Gogh'un asosyal yanını vurguluyor.

        Tüm bunlar size acı veriyor çünkü daha hoşgörülü, anlayışlı bir toplumda, kendisini seven insanların arasında yaşamış olsa ve sorunları için profesyonel destek alsa, onun için her şeyin çok daha farklı olabileceğini hissediyorsunuz.

        Peki, ama neden kendisi için en zor olanı tercih edip taşraya yerleşiyor. Dillerini dahi doğru dürüst konuşamadığı, yaptığı resimleri küçümseyen onca hoyrat ve acımasız insanın arasında, neden tek başına yaşamaya çalışıyor? Sonuçta, filmde de vurgulandığı gibi taşranın merhametsizliği sadece sağlık sorunlarını azdırmıyor, ölümünü de hazırlıyor... Filmin, intihardan ziyade cinayet ihtimali üzerinde durduğunu belirtelim.

        Van Gogh'u taşraya bağlayan resim tutkusu... Van Gogh, Paris'in sisinden, griliğinden kaçarak geliyor Güney Fransa'ya... Sadece ışığı ve güneşin cömertliğini değil, Güney Fransa'daki doğa manzaralarını da seviyor. Tanrı'nın kendini doğayla gösterdiğine inanıyor. Finalde rahiple (Mads Mikkelsen) yaptığı konuşma sırasında resim yapmanın kendisi için ilahi bir misyon olduğunu söylüyor.

        Özellikle Gaugin'in Arles'e geldiği sahnelerde aralarında geçen diyaloglar sırasında onun için resmin ne olduğunu daha iyi anlıyoruz... Van Gogh, tek fırça hareketini kullanan ressamları seviyor. Resim onun için bir tuvalin başında günlerini geçireceği uzun bir yaratım süreci değil. Resim onun için anlık duyguların bir yansıması...

        Schnabel, botlarının resmini yaptığı ya da Gaugin'e poz veren Madame Ginoux'nun (Emmanuelle Seigner) portresini yapmak için harekete geçtiği sahnelerde Van Gogh'un bu anlık resim yapma arzusunu çok iyi anlatıyor.

        Önceki filmlerde resim tutkusunun onu toplumdan kopardığını hissederdik. Burada Van Gogh için resim, insanların dünyasına girmenin ya da onlara ulaşmanın yollarından biri aslında... Paris'teki ilk sahnede resimlerini başkalarıyla paylaşmaya önem verdiğini anlıyoruz ama başkalarının fikirleri giderek önemini yitiriyor. Geriye sadece resim yapma tutkusu kalıyor... Rahibe bütün o resimleri kendisi için değil insanlar için yaptığını söylüyor. Çizimlerle doldurduğu defteri Madame Ginoux'ya göndermesi bu paylaşma isteğini doğrulayan bir eylem değil mi zaten?

        Tüm bunları hesaba kattığımda, “At Eternity's Gate”in Van Gogh'un insani yönleri, ressamlığı ve eserleriyle kurduğu ilişkiler açısından bize yeni perspektifler sunan, zihin açıcı bir film olduğunu düşünüyorum.

        Filmi sevmemde “Basquiat” (1996) ve “Kelebek ve Dalgıç” (2007) gibi filmlerinden hatırlayabileceğiniz yönetmen Julian Schnabel'in anlatımının da büyük bir payı var... Schnabel, Van Gogh'un resimdeki “tek fırça hareketi” tekniğinin sinemadaki karşılığını arıyor sanki... Hareketli bir el kamerası kullanıyor. Sabitlenmeyen, sallanan ve bize sık sık Van Gogh'un gördüklerini gösteren bu kamera kullanımı, ressamın fırça darbelerini hatırlatıyor... Montaj ise bir çekimden diğerine sıçrayarak zaman algımızı bozuyor.

        Schnabel, Van Gogh'un dünyayı nasıl algıladığını sadece montajdaki ritim bozuklukları ve hareketli kamerayla değil görüntülerle de yansıtıyor.

        Van Gogh'un fırça darbeleri gibi renk kullanımı da kendine özgü. Filmde dünyayı Van Gogh'un gözünden gördüğümüz sahnelerde renkler daha canlı, sıcak ve enerji dolu... Ama aynı zamanda çerçevenin bazı bölümlerinin bulanık olduğu, gerçekliği çarpıtan, deforme görüntüler bunlar...

        Schnabel, Van Gogh'un sadece doğayı ya da nesneleri değil, insanları da farklı şekilde gördüğünü, zihninin farklı şekilde çalıştığını ve olayları bizim gibi yaşamadığını anlatmaya çalışıyor... Mesela, Gaugin'in kendisini bırakıp gideceğini anladığı sahnede aralarında geçen konuşmalar zihninde dönüp duruyor. Kulağını biraz da aklından çıkaramadığı bu konuşma nedeniyle kesiyor.

        Schnabel, Van Gogh'un insanlarla iletişim kurmakta zorluk çektiği sahnelerde Fransızca çekmiş filmi. Gerçek hayatta da Van Gogh'un Fransızcasının çok iyi olmadığı düşünülürse doğru bir karar... Geri kalan sahneler ise İngilizce çekilmiş... Ne var ki, bu dil meselesi bence filmin eksi yanlarından biri. İngilizce'yi hiç devreye sokmadan Van Gogh'u yaşadığı tüm o dil karmaşasıyla göstermek kuşkusuz çok daha iyi olabilirdi.

        Filmdeki rolüyle Oscar'a aday olan Willem Dafoe, gerçekten mükemmel bir performans çıkarıyor. Fiziksel benzerliğin ötesinde duyarlı ve yaratıcı bir yorum sunuyor. Ama yine de 37 yaşında ölen Van Gogh'u 63 yaşında bir oyuncunun canlandırmasının biraz zorlama olduğunu söyleyebilirim.

        “Van Gogh: Sonsuzluğun Kapısında” özellikle hareketli kamerası ve sıra dışı anlatımıyla ilk başlarda yadırgatıcı gelebilir. Ağır ilerleyen, zor bir film olduğunu kabul ediyorum ama kendinizi filme kaptırırsanız, bir süre sonra Van Gogh'un insanların arasında yaşadığı sıkıntıyı, çaresizliği içinizde hissediyor ve dünyayı onun gözünden görmeye başlıyorsunuz... Kendi adıma konuşursam, Van Gogh'un iç dünyasına ve sanatına daha önce hiç bu kadar yakından baktığımı hatırlamıyorum.

        Filmin notu: 7.5

        Diğer Yazılar