Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        (UYARI: Yazıdaki bazı yorumlar "Greta" filminin hikâyesindeki bazı gelişmeleri ele verebilir.)

        Sinemacıların öteden beri sevdiği konulardan biridir: Bir “yabancı” hayatınıza girer, size yakınlaşır. Sonra ruh hastası olduğu ortaya çıkar. Üstelik zararsız değildir. Hatta süreç içinde neredeyse canavara dönüşür...

        Senaryo yazarı Blake Snyder (1957 – 2009), “O Kediyi Kurtar” (Save the Cat) adlı kitabında “Jaws” (1975) ile “Öldüren Cazibe”nin (Fatal Attraction – 1989) özünde aynı türde filmler olduğunu öne sürer. İlkinde köpekbalığı, ikincisinde ise delicesine âşık takıntılı bir sarışın vardır. İlk bakışta ortak noktaları yok gibi görünür; ama Blake Snyder'a göre ikisi de hikâyedeki işlevleri itibarıyla birer “canavar”dır...

        Snyder'ın bakış açısından “Greta”nın da aynı türe ait olduğu kesin... Filme olan itirazım aslında tam da bu “canavarlaşma” ve Snyder'ın haklı çıkmasıyla ilgili... Ama önce biraz hikâyeden ve karakterlerden söz etmem gerekiyor.

        Frances ise ona inat, hiç tanışmadan empati kurduğu Greta Hideg'in (Isabelle Huppert) evine kadar gidip çantayı teslim ediyor... Daha ilk anlardan “resim” netleşiyor... Frances, Greta'da özlediği anne sıcaklığı ve sevecenliğini buluyor. Eşini kaybetmiş, kızından uzak kalmış Greta ise Frances'e kızı gibi davranıyor. Greta'nın “yalnız, zarif ve kültürlü Fransız kadını” imajını unutmayalım. Frances'in kalbini kibarlığı, içtenliği ve piyano başında çaldığı birkaç notayla fethediyor...

        Başlangıçta öyle iyi anlaşıyorlar ki Greta, Frances'in sözünü dinleyip iğneyle uyutulmayı bekleyen bir köpeği sahipleniyor. Frances ise eğlenceli ve havalı New York partilerini boş verip Greta'nın küçük evinde Fransız şansonları eşliğinde tencerede akşam yemeği hazırlamayı tercih ediyor.

        Aslında tam da bu noktada, hikâye başka bir yönde ilerleyebilirdi... Ne yalan söyleyeyim, Neil Jordan'ın yönettiği, Isabelle Huppert ve Chloe Grace Moretz'in oynadığı bir filmden karmaşık ve marazi durumlarla ilgilenen, iyilerle kötüleri birbirinden kesin çizgilerle ayırmayan, klişelerle oynayan bir dram bekliyordum. Yanılmışım...

        Beklediğim, Joel Edgerton'un yazıp yönettiği 2015 yapımı “Geçmişten Gelen”deki (The Gift – 2015) gibi yeni bir yaklaşımdı... Edgerton o filmde aileyi tehdit eden psikopat yabancı klişesini zekâ dolu bir hikâyeyle ters yüz etmiş, kimin kurban kimin zorba olduğu konusunda ezberimizi bozmuştu.

        “Ağlatan Oyun” (Crying Game – 1992), “Vampirle Görüşme” (Interview with the Vampire – 1994), “The End of the Affair” (1999) gibi filmlerle 90'lı yıllar sinemasına damgasını vurmuş Neil Jordan, öyle inceliklerle ne yazık ki hiç uğraşmamış. “Greta” tam da senaryo gurusu Blake Snyder'ın tarif ettiği türden bir “canavar filmi” olmuş... Jordan, bütün ustalığını gerilim sahnelerini daha iyi çekmek için kullanmış. Özellikle Greta'nın Frances'i ısrarla takip etmesiyle birlikte film, tempolu ve heyecanlı bir gerilime dönüşüyor. Greta'nın ısrarla restoranın dışında beklediği, metroda Frances'in karşısına çıktığı sahneler akılda kalıcı... Rüyayla gerçeğin karıştığı ve her şeyin sandık içinde bittiği sahne de gerçekten iyi...

        Sonuçta, Frances'in başına ne geliyorsa yardımsever ve yabancılara karşı önyargısız olmasından geliyor. Frances içindeki anne özlemini bastırsa, iş adamı babası (Colm Feore) gibi hayatına devam etmeyi öğrense ve Erica gibi sadece yaşıtlarıyla partilere gidip eğlense, gerçekten de başına hiçbir şey gelmeyecek... Diğer bir deyişle, “normal olan”ı yapması yetecek... Öyle düz ve konformist bir mantık ki, filmin bazı yerlerinde “Neil Jordan parodi mi yapıyor, tüm bunlara gülmemizi mi istiyor yoksa?” diye düşünüyorsunuz.

        Öte yandan, Isabelle Huppert'in özellikle son 30 dakikada ortaya koyduğu çılgın, obsesif ve sapkın Greta tiplemesi itibarıyla gerçekten komik anlara sahip bir film bu... Mesela, Greta'nın, iğneyle sersemleştirdiği özel dedektifin (Stephen Rea) kurşunlarından dans ederek kaçtığı sahnenin gerçekten hoş bir yanı var. Restoranda geçirdiği cinnetten sonra polis tarafından zapt edilerek götürüldüğü sahne de gülünç aslında... O sahnede Huppert'in filmografisinde tam da böyle bir rol eksikti diye geçirdim içimden. New York'un arka sokaklarından birinde yaşayan, “kültürlü Fransız kadın” kılığına girmiş bir psikopat... Sokağa açılan avlulu evi de zaten bir canavarın inini hatırlatmıyor mu? Greta'nın seyirci gözünde sapkınlığının tescillendiği anlardan birinde “ABD vatandaşı” olduğunu söylemesi de anlamlı ve komik aslında.

        Filmin notu: 5

        Diğer Yazılar