Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bu yıl 72'nci kez düzenlenen Cannes Film Festivali'nde hangi filmin Altın Palmiye kazanacağı yine büyük bir merakla bekleniyor... Cannes, yıllardır sinema endüstrisinin “bir numaralı” festivali olarak kabul ediliyor. Birçok genç yönetmenin ismini duyurduğu bir platform olmanın yanı sıra usta yönetmenlerin yeni filmlerini yan yana getiren bir festival aynı zamanda... Başta eleştirmenler olmak üzere Cannes jürilerinin verdiği kararlar neredeyse her yıl tartışılır ama yarışmada ödüllendirilen filmlere şöyle bir baktığımızda çoğunun daha sonraki yıllarda başyapıt olarak anıldığını görüyoruz... İşte Cannes'da en büyük ödüle ulaşan yapıtlar arasından seçtiğim en iyi 20 film... Seçimler ve sıralama şaşırtıcı olabilir ama bu tür listelerin öznel olduğunu unutmamak gerek.

        2007 (4 luni, 3 saptamâni si 2 zile) Yönetmen: Christian Mungiu. Romanya – Belçika.

        1987 yılında, Nikolay Çavuşesku'nun baskıcı rejiminin hüküm sürdüğü Romanya'dayız... Ülkede kürtaj yasa dışı ve çocuk doğurmak istemeyen kadınların işi çok zor. Fırsatçılar, “ellerine düşen” genç kadınları sömürmek ve istismar etmek için pusuda bekliyorlar... Kadınlara yönelik baskı, devletin en yukarı kademelerinden aşağı doğru inerken daha da korkunç bir hal alıyor. Otilia (Anamaria Marinca) üniversitedeki oda arkadaşı Gabita'ya (Laura Vasiliu) sonuna kadar yardım etmeye kararlı ama süreç her aşamasında daha da zorlu ve sinir bozucu... Hikâyesinin çarpıcılığı, gerilim duygusu, karanlık atmosferi, oyunculukları ve anlatımıyla seyredenin kolay kolay unutamayacağı bir film. Başkanlığını İngiliz yönetmen Stephen Frears'in yaptığı jüride Orhan Pamuk da yer almıştı.

        1993. (The Piano) Yönetmen: Jane Campion. Yeni Zelanda – Avustralya - Fransa.

        Cannes tarihinde Altın Palmiye ya da festivalin en büyük ödülünü kazanan tek kadın yönetmen ne yazık ki hâlâ Jane Campion... Umarım, önümüzdeki yıllarda Jane Campion'ın yanına başka isimler eklenir. Baskı altındaki sıra dışı, isyankâr kadınların hikâyesini anlatmasıyla tanınan Jane Campion, “Piyano”da 19'ncu yüzyılda İskoçya'da yaşayan, konuşma engelli Ada'nın (Holly Hunter) öyküsünü anlatır. Ada daha önce hiç karşılaşmadığı bir erkekle (Sam Neill) evlenmek üzere Yeni Zelanda'ya gider... Kocası, piyanoyu sahilden eve taşımayı reddedince bölgede yaşayan eski bir denizciyle (Harvey Keitel) yakınlaşır... Campion'un diğer kadın ana karakterleri gibi çelişkilerle dolu zor biridir Ada... Asla bir kurban olarak kabul etmez kendini. Fransız yönetmen Luis Malle'ın başkanlık yaptığı jüri, Altın Palmiye'yi “Piyano” ve Chen Kaige'nin “Elveda Cariyem”i arasında paylaştırmıştı.

        1980 Yönetmen: Akira Kurosawa. Japonya - ABD.

        Alt sınıftan gelen sıradan bir hırsız, fiziksel benzerliği nedeniyle bir derebeyinin dublörlüğünü yapmaya başlar ve derebeyi öldüğünde onun yerini almak zorunda kalır... Bazıları “Kagemusha”yı Akira Kurosawa’nın bir sonraki filmi “Ran”ın bir ön hazırlığı gibi görürler. Oysa “Kagemusha”nın “Ran”dan aşağı kalır bir yanı yoktur. Belki “Ran”dan daha az görkemlidir ama estetik olarak kesinlikle aşağıda değildir. En önemlisi, hikâyesi çok sağlamdır. Özellikle psikolojik alt metniyle… Sınıfsallığı, korkuyu ve cesareti sorguladığımız bir filmdir… Ödülü “All That Jazz” ile paylaşmıştı. Jüri başkanı Amerikalı oyuncu Kirk Douglas'dı.

        1980 Yönetmen: Bob Fosse. ABD.

        “Sweet Charity”, “Cabaret” gibi filmleriyle tanıdığımız yönetmen ve koreograf Bob Fosse, otobiyografik nitelikler taşıyan filminde, hikâyenin odağına Roy Scheider'ın canlandırdığı yönetmen ve koreograf Joe Gideon'u koyar. Gideon, nerdeyse ölümüne çalışan iflah olmaz bir işkolik ve ilaç bağımlısıdır. Film Gideon'un geçmişiyle bugünü arasında gidip gelen hikâye kurgusunu modern bir müzikal estetiğiyle buluşturur, hayal gücüne özgürlük tanır... Gideon'un hayal dünyasında ölüm meleği Angelique'le yaptığı konuşmalar akılda kalıcıdır. 1987'de 60 yaşında kaybettiğimiz Bob Fosse'nin en iyi filmlerinden biridir kuşkusuz. Başkanlığını Kirk Douglas'ın yaptığı jüri, doğru bir kararla Altın Palmiye'yi o yıl “Kagemusha” ile “All That Jazz” arasında paylaştırmıştı... Hal Ashby'nin “Being There” ve Alain Resnais'nin “Amerikalı Amcam” gibi filmlerinin de yarışmada olduğunu hatırlatalım.

        1974 Yönetmen: Francis Ford Coppola. ABD.

        Michelangelo Antonioni'nin “Cinayeti Gördüm”ünden esinlenen film, kaydettiği sesleri yeniden dinlerken takip ettiği iki kişinin cinayete kurban gittiğinden kuşkulanan ve ahlaki bir ikilem yaşayan Harry Caul'un (Gene Hackman) hikâyesini anlatır... Watergate Skandalı'nın patladığı, ABD'nin siyasi komplo teorileri ve derin devlet endişesiyle yaşadığı bir dönemin paranoyak politik iklimini yansıtan harika bir film... Yıllarca insanları gizlice dinleyip, seslerini kaydeden Caul'un finalde kendisini dinleyen mikrofonu aradığı sahne akıllardan çıkacak gibi değil... Steven Spielberg'in de “The Sugarland Express” ile Altın Palmiye için yarıştığı jürinin başkanı Fransız usta yönetmen Rene Clair'di...

        15. Babam ve Ustam

        1977 (Padre Padrone) Yönetmenler: Paolo ve Vittorio Taviani. İtalya.

        Modern dünyada feodal dönemin izlerini taşıyan Sardunya kırsalında yaşayan bir çobanın hikâyesi... Gavino Ledda'nın otobiyografik kitabından sinemaya uyarlanan filmde çobanın tek sorunu kendisini çevreleyen toplumsal yapı ve geri kalmışlık değildir. Hayatını kurtarmak için otoriter babasının baskısından da kurtulmak zorundadır.... Taviani kardeşlerin İtalyan televizyonu için çektikleri filmde amatör oyuncular da yer almıştı. Ele aldığı meselelere yaklaşımı, yarı deneysel anlatımı ve gerçekçi estetiğiyle 1970'li yıllar İtalyan sinemasının akılda kalıcı filmlerinden biridir. İtalyan yönetmen Roberto Rosselli'nin başkanlığını yaptığı jürinin değerlendirdiği diğer filmler arasında Ettore Scola'nın “Özel Bir Gün” (Una giornata particolera) adlı başyapıtının olduğunu da belirtelim.

        1949 (The Third Man) Yönetmen: Carol Reed. İngiltere.

        Holly Martins (Joseph Cotten), II. Dünya Savaşı'nın yaralarını sarmaya çalışan Viyana şehrine gelir ve arkadaşı Harry Lime'ın şüpheli ölümünü araştırmaya başlar... Robert Krasker'in dışavurumcu resimlerden esinlenen siyah beyaz görüntüleriyle hafızalardan silinmeyen bir film.. İngiliz yönetmen Carol Reed, ışık - gölge oyunları, mekân seçimleri ve eğik açılarıyla görsel atmosferi filmin ruhu haline getirmeyi başarıyor. Filmin ruhu, karanlık ve umutsuz.... Savaş travmalarının henüz unutulmadığı bir ortamda Soğuk Savaş'ı iliklerimizde hissediyoruz. Gerçek bir sinema klasiği... Müziğin yanı sıra Alida Valli, Orson Welles ve Trevor Howard'ın performanslarını da unutmayalım. Jürinin başkanlığını tarihçi Georges Huisman yapmıştı ve en iyi filme verilen ödül henüz Altın Palmiye değildi.

        1946 (Roma città aperta) Yönetmen: Roberto Rossellini. İtalya.

        Savaşın bitiminden hemen sonra savaşın yıkıntıları arasında çekilen bir film... 1944'de Nazi işgali altındaki Roma'da, SS Birlikleri anti faşist direniş hareketinin lideri komünisti Giorgio Manfredi'yi tutuklamak isterler... Giorgio ise onlardan kaçmaya çalışır. İtalyan Yeni Gerçekçiliği'nin öncü filmlerinden biri olarak kabul edilen “Roma, Açık Şehir”, savaşın açtığı derin yaraları sarmak isteyen İtalya'nın ulusal kimliğinin yeniden inşasında önemli bir rol oynamıştı. Savaştan hemen sonra 1946 yılında yapılan Cannes Film Festivali'ne 18 film katılmış, ülke temsilcilerinden oluşan 18 kişilik jüri, büyük ödülü 11 film arasında paylaştırmıştı. Jüri başkanı Fransız tarihçi Georges Huisman'dı ve adı henüz Altın Palmiye olmayan büyük ödülü kazanan yapımlar arasında David Lean'in “Brief Encounter” adlı filmi de vardı.

        12. Yol

        1982. Yönetmenler: Şerif Gören, Yılmaz Güney. Türkiye – İsviçre - Fransa.

        12 Eylül 1980 darbesini izleyen dönemde, cezaevinden izinli olarak çıkıp evine giden 5 mahkûmun hikayesi... Yılmaz Güney'in cezaevinde yazdığı senaryonun çekimleri Şerif Gören'in yönetmenliğinde gerçekleştirildi... Çekimlerden sonra yurtdışına çıkarılan filmin montaj ve seslendirmesini ise Yılmaz Güney yaptı. Güney'in o yılların Türkiye'sini anlattığı hikâyeler dokunaklı, çarpıcı ve etkileyiciydi... Altın Palmiye'yi Costa Gavras'ın “Missing” filmiyle paylaşmıştı. Başkanlığını İtalyan opera ve tiyatro yönetmeni Giorgio Strehler'in yaptığı jüride görev yapan isimler arasında Gabriel Garcia Marquez de vardı. Yarışmadaki diğer iyi filmler arasında Herzog'un “Fitzcarraldo”su ve Scola'nın “Varennes Gecesi”ni sayabiliriz.

        1997 (Ta'm e guilass) Yönetmen: Abbas Kiarostami. İran.

        İran kırsalında aracıyla yolculuk yapan orta yaşlı bir adam, intihar ettikten sonra kendisini kiraz ağacının altına gömecek birini arar... Yolculuk sürerken farklı insanlarla tanışır, farklı hikâyeler dinler... Hayattan tüm umudunu kesmiş bir adamdır ama film bittiğinde onunla birlikte her şeye daha farklı bir yerden baktığımızı hissederiz. İnce ironisi, hüznü ve kendine özgü ritmiyle insanı sarıp sarmalayan bir Kiarostami başyapıtı... “Arkadaşımın Evi Nerede?” ile başlayan Kiarostami sineması, Batı'da giderek yükselen bir ilgiyle karşılaşmış ve 1997'de Altın Palmiye'yle bir tür zirve noktasına ulaşmıştı. Başkanlığını Isabelle Adjani'nin yaptığı jürinin Altın Palmiye'yle ödüllendirdiği diğer film Japon yönetmen Shohei Imamura'nın “Yılanbalığı” olmuştu.

        1963 (Il Gattopardo) Yön: Luchino Visconti. İtalya.

        Giuseppe Tomasi di Lampedusa'nın aynı isimli romanından sinemaya uyarlanan film, 1860'lı yılların Sicilya'sında ailesini ve çevresini yaşanan toplumsal alt üst oluş sürecinden korumaya çalışan soylu bir aristokratın hikâyesini anlatır... Destansı bir dönem filmi olan “Leopar”, değişime ayak uydurmak istemeyen prensi canlandıran Burt Lancaster'ın oyunculuğu, Visconti'nin yönetmenliğiyle o yıl sadece Cannes Film Festivali'nde değil, gösterildiği tüm ülkelerde büyük övgüler aldı. Özellikle muhteşem balo sahnesiyle hafızalara çakılı kalan “Leopar” bugün de unutulmaz bir sinema klasiği olarak anılmaya devam ediyor. Başkanlığını Fransız oyun yazarı Armand Salacrou'nun yaptığı jürinin değerlendirdiği diğer önemli filmler arasında Lindsay Anderson'un “This Sporting Life”ı, Robert Mulligan'ın “Bülbülü Öldürmek”i ve Robert Aldrich'in “What Ever Happened to Baby Jane?”i de vardı. Ama “Leopar”ın karşısında hiçbir şansları yoktu.

        1979 (Apocalypse Now) Yön: Francis Ford Coppola. ABD.

        Cannes Film Festivali'ne son anda yetiştirilen 153 dakikalık bu görkemli filmde Coppola, Joseph Conrad'ın “Karanlığın Yüreği” adlı romanını Vietnam Savaşı'na uyarlıyor. Yüzbaşı Willard (Martin Sheen), ordusuyla birlikte Kamboçya sınırına çekilen ve kontrolden çıkan Albay Kurtz'u ararken, savaşın ve Amerikan militarizminin gerçek yüzüyle karşılaşıyor. Tüm zamanların en iyi savaş filmlerinden biri... Başkanlığını Fransız yazar Françoise Sagan'ın yaptığı jüri, Altın Palmiye'yi “Kıyamet”le Alman yönetmen Volken Schlöndorff'un “Teneke Trampet” filmleri arasında paylaştırmıştı. Terence Malick'in “Days of Heaven”ı da yarışmadaydı.

        1984 Yön: Wim Wenders. Batı Almanya – Fransa – İngiltere – ABD.

        Yalnız erkeklerin hikâyesini anlatmakta üstüne olmayan Wim Wenders bu kez Orta Amerika'nın düzlüklerinde elinde su bidonuyla dolaşan, sessiz ve yorgun bir adamın peşine düşüyor ve onun aracılığıyla bize Amerika'ya özgü, hüzünlü bir parçalanmış aile hikâyesi anlatıyor. Bir Avrupalının Amerika'da çekebileceği en güzel filmlerden biri... Başkanlığını İngiliz aktör Dirk Bogarde'ın yaptığı jürinin o yıl değerlendirdiği diğer filmler arasında Lars Von Trier'in “Suç Unsuru”, Theo Angelopoulos'un “Kitara'ya Yolculuk” gibi yapıtları da vardı.

        1971 (The Go Between) Yön: Joseph Losey. İngiltere.

        1900 yılının yazında “Geçmiş uzak bir ülkedir” diye başlayan bu film, gizli âşıkların mektuplarını taşıyan 13 yaşındaki bir çocuğun gözünden aşkı ve hayatı anlatıyor. ABD'deki cadı avı nedeniyle İngiltere'de sürgünde yaşayan usta yönetmen Joseph Losey'nin bu hüzünlü filminde Alan Bates ve Julie Christie oynuyor. Michel Legrand'ın müziği de unutulacak gibi değil. Başkanlığını Fransız aktris Michele Morgan'ın yaptığı, Sergio Leone'nin de yer aldığı jürinin işi, o yıl gerçekten çok zordu. Luchino Visconti'nin “Venedik'te Ölüm” gibi bir başyapıtı vardı mesela... Jerry Schatzberg'in “Panic in the Needle Park”ını ve Nicolas Roeg'in “Walkabout”unu da unutmayalım. Ama bana sorarsanız en doğru kararı verdiler...

        1994 (Pulp Fiction) Yön: Quentin Tarantino. ABD.

        Amerikan sinemasının harika çocuğu Tarantino'nun sanat sinemasının yıkılmaz kalesinde onurlandırıldığı bir başyapıt... İki tetikçi, iki nevrotik restoran soyguncusu, bir boksör ve mafya patronunun güzel eşinin dahil olduğu öyküler; Tarantino'nun sürprizlerle dolu, “puzzle”ı andıran kurgusuyla iç içe geçiyor. Kara mizah, şiddet, ucuz felsefe ve ahlak tartışmaları, sapkınlık, gizem ve dünyanın en geveze tetikçilerinin yaptığı geyik muhabbetleri Amerikan popüler kültürüyle harmanlanıyor. 154 dakika su gibi geçip gidiyor. O yıl ödül töreninden sonra Tarantino'nun şanslı olduğu konuşulmuştu çünkü jüri başkanı Amerikalı yönetmen Clint Eastwood'du... Öte yandan, Eastwood jürideki tek Amerikalıydı. Haksızlığa uğradığı konuşulan filmler arasında Nanni Moretti'nin “Sevgili Günlüğüm”ü, Patrice Chereau'nun “Kraliçe Margot”su ve Kieslowski'nin “Üç Renk: Kırmızı”sı vardı.

        1960 (La Dolce Vita) Yön: Federico Fellini. İtalya – Fransa.

        Görkemli sosyete partilerine, sabaha kadar süren eğlencelere katılan Romalı gazeteci Marcello Rubini (Marcello Mastroianni), şehrin “tatlı hayatı”nın içinde gerçek aşkı ve hayatın anlamını arıyor... Helikopterle taşınan İsa heykelinin görüntüleriyle başlayan 174 dakikalık bu siyah beyaz film, Fellini'nin görsel ustalığını yansıtan unutulmaz sahneleriyle gerçek bir sinema klasiği. Jüri başkanı Belçikalı yazar Georges Sinemon'du ve yarışan diğer önemli filmler arasında İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni'nin “Macera”sı (L'avventura) da vardı. Gala gösteriminde bir kısım seyircinin tepki gösterdiği “Macera”nın Jüri Ödülü'nü kazandığını hatırlatalım. İtalyan sineması adına büyük bir zaferdi. Böylelikle jüri son derece doğru bir kararla, iki klasiği birden ödüllendirerek tarihe geçmeyi başardı.

        2012 (Amour) Yön: Michael Haneke. Avusturya – Fransa – Almanya.

        Yaşlı bir çift, tedavisi imkânsız bir hastalık, ölümün giderek büyüyen gölgesi ve aşk... Michael Haneke, daha önce hiç kimsenin girmediği sularda her zamanki soğukkanlı gözlemciliğiyle yol alıyor. İkili hayatları, yaşlılığı, yaklaşan ölümün endişesini ve insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini cesaretle sorguluyor. Hem Altın Palmiye hem de yabancı dilde en iyi film Oscar'ını alan nadir filmlerden... İkibinli yılların en iyilerinden biri... Başkanlığını İtalyan yönetmen Nanni Moretti'nin yaptığı jüri, Altın Palmiye'yi bu filme vermese eleştirmenler herhalde kıyameti koparırlardı. İkincilik niteliğindeki Büyük Ödül'ü ise Matteo Garrone'nin “Reality”si almıştı.

        1976 (Taxi Driver) Yön: Martin Scorsese. ABD.

        Sinema tarihinde popüler kültüre damga vurmayı başarmış böylesi alternatif filmlere rastlamak zordur... Robert De Niro'nun canlandırdığı Vietnam gazisi Travis Bickle, aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ sinema tarihinin en unutulmaz anti - kahramanlarından biri. Geceleri New York sokaklarında taksi şoförlüğü yapan ve “şehri temizlemek” isteyen Bickle'ın hastalıklı zihnini anlamak hiç kolay değil ama Martin Scorsese 2 saatliğine onun cephesinden dünyaya bakmayı gerçekten ilgiye değer ve son derece sinemasal bir deneyim haline getiriyor... Jüri başkanı Amerikalı oyun yazarı Tennessee Williams'dı. Yarışmada Roman Polanski'nin “Kiracı”sı da vardı ama hiçbir ödül alamadı.

        1967 (Blow-Up) Yön: Michelangelo Antonioni. İngiltere - İtalya - ABD.

        Fotomodellerin kapısından ayrılmadığı, herkesin peşinde koştuğu Londralı snop fotoğrafçı Thomas (David Hemmings), bir öğleden sonra parkta dolaşırken çektiği kareyi kâğıda bastığında bir cinayete tanık olduğunu düşünür. Katile ya da cesede ulaşmaya çalıştıkça gerçeklerden daha da uzaklaşır... Klasik hikâye anlatımına meydan okuyan, kendisinden sonra yüzlerce filme ilham vermiş bir başyapıt. Jüri başkanı İtalyan yönetmen ve senaryo yazarı Alessandro Blasetti'ydi. Joseph Losey'nin “Accident” ve Robert Bresson'un “Mouchette”i de yarışmadaydı. İlki Büyük Ödül'ü almış, ikincisi ise eli boş dönmüştü.

        1991 Yön: Joel ve Ethan Coen. ABD – İngiltere.

        Yahudilerin Avrupa'da gaz odalarında öldürüldüğü bir dönemde New Yorklu Yahudi oyun yazarı Barton Fink, Hollywood'a transfer olur. Ama senaryosunu yazması gereken güreş filmine bir türlü başlayamaz. Şehre alışmaya çalışırken gerçeklik her geçen gün ellerinden biraz daha kayıp gitmeye başlar... Hollywood, faşizm, yazarlık, yalnız Yahudilik ve sinema sanatı üzerine, düşle gerçek arasındaki sınırların cesaretle bulanıklaştırıldığı baş döndürücü bir Coen Biraderler başyapıtı... Roman Polanski'nin jüri başkanı olması kuşkusuz Coen'ler için büyük bir şanstı çünkü “Barton Fink”, Polanski'nin “Tiksinti” ve “Kiracı” gibi filmlerinden esinlenen, gerçeklikle hayaller arasında gidip gelen bir anlatı yapısına sahipti. “Barton Fink”in o yıl ki önemli rakipleri arasında “Veronique'in Çifte Yaşamı” (Kieslowski), “Europa” (Trier) ve “Van Gogh” (Pialat) da vardı. Büyük Ödül ise Jacques Rivette'in “La belle noiseuse” adlı filmine gitmişti.

        Diğer Yazılar