Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Bir Zamanlar Hollywood'da” (Once Upon at Time in... Hollywood) bir dönem filmi... Ama dönem ya da “dönemin ruhu” hikâyenin kendisinden daha önemli.

        Aslına bakarsanız, filmi alıp götüren bildik anlamda bir hikâyeden söz etmek zor. Hatta hikâyesiz bir film olduğu söylenebilir.

        Her şey karakterler ve onların 4 gün boyunca yaşadıkları olaylarla ilgili...

        Filmin ilk yarısı 8-9 Şubat 1969'da, ikinci yarısı 8-9 Ağustos 1969'da geçiyor.

        Ana karakterlerin ilki Rick Dalton (Leonardo DiCaprio)... Kendisi güzel günlerini geride bırakmış, düşüşe geçmiş bir Hollywood starı... Diğeri, Cliff Booth (Brad Pitt)... Rick Dalton'un dublörü, şoförü ve asistanı...

        İkisi de hayali karakterler. Filmin öne çıkan gerçek karakteri Sharon Tate (Margot Robbie)... Sharon Tate, trajik ölümüyle ne yazık ki hafızalarda acısı hâlâ dinmeyen izler bırakmış bir oyuncu... Filmin başında hayat dolu, mutlu ve neşeli bir genç kadın olarak geliyor karşımıza. Dönemin en ünlü ve başarılı yönetmenlerinden Roman Polanski'yle evli... İkinci bölümde 8.5 aylık bir hamile olarak görüyoruz onu.

        Sharon Tate'i ve onun 9 Ağustos 1969 gecesi yaşadıklarından habersiz olanların filmi nasıl bir ruh haliyle takip edeceklerini kestirmek zor. Kuşkusuz sonuna kadar “Acaba ne olacak?” diye filmi seyretmeleri mümkün. Ama tuhaf bir tatminsizlik hissiyle filmden ayrılabilirler. Sharon Tate'in trajik sonunu bilenler için “Bir Zamanlar Hollywood'da” zengin anlamlara, çağrışımlara kapı açıyor. Gerçi onlar için de tatmin edici olmaktan uzak bir film... Çünkü filmin gerçekleri hikâye etme gibi bir derdi yok.

        Basitçe ifade etmek gerekirse, Tarantino'nun bütün numarası, gerçek olaylar ve karakterleri kurmaca bir öykü ve hayalî kişiliklerle birleştirmek...

        Tarantino, Sharon Tate'i “filmin meleği” gibi konumlandırıyor... Hatta bütün filmi Sharon Tate'e bir ağıt olarak yorumlamak mümkün. Final sahnesinde Maurice Jarre'ın “Miss Lily Langtry” adlı enstrümantal eserindeki hüzünlü melodiyle uğurluyoruz onu ve bebeğini...

        Sharon Tate, rengârenk, neşeli ve aydınlık bir “kendini iyi hisset filmi”nden çıkıp gelmiş gibi... Charles Manson çetesi ise korku, gerilim filmlerinden fırlamış marazi tipler...

        Peki, Rick Dalton ve Cliff Booth?

        Onlar western, dövüş ve ucuz aksiyon filmlerinden gelen karakterler... Ama filmde asıl olarak Holywood'un rekabete dayalı acımasız çarklarını ve Hollywood'da yaşanan değişimi simgeliyorlar.

        Rick Dalton, kötü adam rollerine “düşmüş” eski bir western dizisi yıldızı... Al Pacino'nun oynadığı öngörülü yapımcının önerisi sayesinde kurtuluşu İtalya'da çektiği spagetti westernlerde arıyor.

        Rick Dalton'un ciddi bir özgüven sorunu var... Kazandığı paranın çoğunu harcayan müsrif bir alkolik. Filmlerdeki imajının aksine sorunlarıyla baş etmekte zorlanan duygusal, sulugözlü biri... Öyle ki, 9-10 yaşlarındaki küçük bir kıza (Julia Butters) kalbini açtığı sahnede gözyaşlarını tutamıyor. Tarantino burada, acıklı ve komik sahneler yazma konusundaki ustalığını bir kez daha gösteriyor.

        Filmin gerçek sert erkeği, Dalton'un dublörü Cliff Booth... İradesi sağlam, gözüpek ve soğukkanlı biri... Ama Tarantino onu filmin kahramanı olarak görmemizin önüne iki önemli engel koyuyor. Birincisi, karısını gerçekten kasıtlı olarak öldürüp öldürmediğini bilmiyoruz. İkincisi, insanlara şiddet uygulamaktan zevk alıyor.

        Rick Dalton ve Cliff Booth'un, yan karakter olmaları gerekirken ana karakter statüsüne yükselmiş bir halleri var. Ama her ikisinin de filmi kurtaracak karakterler olmadıkları kesin.

        Sharon Tate ise ana karakter olması gerekirken yan karakter statüsüne indirgenmiş durumda...

        Üstüne üstlük filmde alışıldık anlamda bir kötü adam da yok...

        Özetle, bildik, tanıdık senaryo kalıplarına göre baktığınız zaman “Bir Zamanlar Hollywood'da” biraz dağınık ve gevşek örgülü bir film aslında...

        Rick Dalton'un kariyer bunalımına ana hikâye demek mümkün değil. Sharon Tate'in bir hikâyesi olduğu dahi söylenemez.

        Buna karşılık, filmde gerçekten iyi yazılmış karakterler ve sinema sahneleri olduğunu inkâr edemem. Ama tüm bunları birleştiren güçlü bir ana tema ya da sağlam bir dramatik odaktan söz etmem zor.

        Peki, bunların yerine ne var?

        Her şeyden önce, 1969'un ruhunu tutkulu bir şekilde anlatma aşkı...

        Barbara Ling imzalı prodüksiyon tasarımına hayran olmamak zor. Tarantino ve Ling, sizi 1969'un Los Angeles'ına götürüyor ve orada dolaştırıyorlar. Caddeler, sokaklar, kostümler, aksesuarlar, sinema salonları, film afişleri, reklam panoları, otomobiller, ışıklı tabelalar... Kadrajın her yanını keyifle inceliyor, incelemeye doyamıyorsunuz. Film bu yanıyla görsel bir müzede dolaşıyormuş tadı veriyor ve 1969'u yeniden karşımıza getiriyor...

        Tarantino'nun sinema aşkı, filme ayrı bir derinlik getiriyor. Aslında buna “televizyon aşkı” demek de mümkün. “Bir Zamanlar Hollywood'da”, televizyon dizilerine yapılan bir güzelleme niteliği de taşıyor. Filmdeki herkes televizyondan, dizilerden söz ediyor. Sinema gişesindeki kız, Sharon Tate'i tanımıyor ama 10 yıl öncesinin dizi yıldızı Rick Dalton'u tanımayan yok...

        Tarantino, Rick Dalton'un başrolde oynadığı 1950'li yılların western dizisini bire bir o dönemin estetiğiyle çekip karşımıza getiriyor. Tarantino, Rick Dalton'un o yıllarda oynadığı ucuz macera filmlerinin sahnelerini de 1960'ların film estetiğiyle çekmiş. Tarantino'nun çektiği eski filmleri, film içindeki eski filmlerden ayırt etmek mümkün değil... Bu uydurma filmlerin renk paletleri, kamera açıları, mizansenleri gerçekten şahane... Yeri gelmişken, görüntü yönetmeni Robert Richardson'un hayranlık uyandırıcı mükemmel bir iş çıkardığını belirtmek istiyorum.

        Tarantino, Rick Dalton'un kötü adamı oynadığı, Sam Wanamaker'in (Nicholas Hammond) yönettiği western dizisini ise spagetti westernlerden esinlenerek kendi anlatım tarzıyla çekmiş... Bu sahnelerde Wanamaker'in kamerasını hiç göstermemesi, arada Dalton'un ezber sorunlarını ve yönetmenin kadraj dışından gelen müdahalelerini aynen vermesi gerçekten ilgiye değer. Tüm bu yabancılaştırıcı unsurlara rağmen sahnenin dramatik zevkinin devam etmesi, DiCaprio'nun performansının gücünü gösteriyor...

        Tarantino'nun denediği anlatım numaralarından tek tek söz etmek mümkün değil.

        Filmin her telden çalan bir anlatımı var. Godard usulü sıçramalı (jump cut) kurguyu kullandığı sahneler var mesela ya da hızlı kesmelere dayalı açı – karşı açılar... Lineer zaman akışını bozduğu kurgu oyunları da var. Kamera kaydırmalarına dayanan uzun çekimleri de ihmal etmeyelim.

        Tarantino, hikâye anlatmak, sağlam bir dramatik yapı kurmak yerine film çekmenin, yönetmenlik yapmanın tadını çıkarmış bence...

        “Bir Zamanlar Hollywood'da”, Tarantino'nun sinema ve popüler kültür aşkına adadığı bir film... Hem Tarantino hayranlarını hem seyircileri ikiye böleceği kesin.

        Ben sevenlerdenim... Hikâyesizliğine pek itirazım yok ama Tarantino'nun kendine dramatik bir odak seçmemiş olması ve birbirinden kopuk sahneler ve karakterler arasında dağılmasının beni rahatsız ettiğini söyleyebilirim...

        Tarantino için bir odak var aslında.... 1969'u Hollywood'un Altın Çağı'nın can çekiştiği bir dönem olarak kodlarsak, Tarantino'nun Sharon Tate'in ölümüyle dönemin ruhu arasında bir bağ kurmak istediği kesin...

        Eski Hollywood yıkılıyor ve masumiyet ölüyor... Ana fikir bu...

        Dış görünümleri itibarıyla 1968 gençlik hareketinin simgesi olan hippilere “benzeyen” katiller çıkması da bir başka yıkım kuşkusuz...

        Tarantino, filmi işte bu iki çerçeve üzerinden kuruyor ama hikâyenin bir yere vardığını söylemek gerçekten zor.

        Ayrıca bu iki çerçeveyi seyirciye anlatmak için özel bir çaba göstermiyor. Sizin önceden her şeyi bilmeniz, dersinizi çalışarak filme gitmeniz gerekiyor...

        Dolayısıyla, herkese gönül rahatlığıyla tavsiye edebileceğim bir film değil. Ama sinefillerin kaçırmaması gerekiyor. 7/10

        EN SEVDİĞİM SAHNE

        Sharon Tate'in filmde yer aldığı en güzel ve anlamlı sahne, bir sinema salonunda geçiyor. Caddeden girilen bir sinema bu... Tate sinemaya bir mabede girer gibi adım atıyor. Tarantino kamerasıyla onu hemen arkasından takip ederek bizde de aynı duyguyu uyandırıyor.

        Tate, o salonda başrollerini Dean Martin ve Elke Sommer'le paylaştığı, 1968 yapımı “The Wrecking Crew” adlı filmde kendini seyrediyor. Seyirciler üzerinde bıraktığı etkiyi test ediyor, oynadığı filmi karanlık salonda izlemenin tadını çıkarıyor.

        Yedinci sanatın büyüsüne, eski usul şehir sinemalarına ve kibirden uzak bir oyuncunun film seyretme aşkına adanmış çok hoş bir sahne bu... Hatta “filmin kalbi” olduğu dahi iddia edilebilir. Sinemada gösterilen fragmanlar ve “The Wrecking Crew”, Tarantino'nun bayıldığı B filmleriyle Hollywood'un altın çağını yan yana getiriyor. Cadde sinemalarının 1970'lerin ortalarından itibaren kapanmaya başlayacağını da unutmayalım.

        HİPPİ KÜLTÜRÜNE TEK YANLI BAKIŞ

        Hippi hareketini ve Charles Manson çetesini birbirine yakınlaştıran riskli bir bakışı var filmin. Hippiler 1968'in radikal ruhunu temsil eden, anti – konformist muhalif bir hareketin içindeler... Charles Manson çetesini hippi olarak görmek mümkün değil. Sadece dış görünüş olarak benziyorlar. Daha çok bir tarikat gibiler. Özellikle şiddet açısından hippilerin temsil ettiği değerlerin karşıtını temsil ediyorlar. Ama film, bu farklılığa çok kayıtsız kalıyor. Seyircilerin tüm bunları ayrıntılarıyla bildiği varsayımından hareket ediyor. Özellikle Cliff Booth, Manson'un takipçilerine sürekli hippi diyor mesela...

        KATİLLER, SİNEMA DÜŞMANI

        Katiller, yani Charles Manson'ın takipçilerinin eski Hollywood'a ve film kahramanlarına duyduğu öfkeyi de bir yere not etmemiz gerek... Hayatlarını eskiden film seti olarak kullanılan bir "western kasabası"nda sürdürmeleri tuhaf bir ironi...

        Cliff Booth'un Manson çetesinin komün hayatı yaşadığı eski film setini ziyarete geldiği sahnenin Tarantino tarafından “western gerilimi” gibi çekilmesi tesadüf değil. Mekânın sahibi George Spahn'ın (Bruce Dern) körlüğü de bir metafor elbette. Spahn, burnunun dibindeki kötülüğü göremeyen, gününü uyumakla geçiren bir adam... Çete mensupları ziyaretçilere western turu yaptırarak para kazanıyor; Hollywood ve zengin Los Angeles'ın bereketli çöplerinden beslenen bir asalaklar sürüsü gibi yaşıyorlar. İçlerindeki kötülük de Hollywood'un yıkıntıları arasında, Hollywood'un karanlık yanından beslenerek büyüyor. Kayda değer bir alt metin bu...

        BRUCE LEE SAHNESİ KOMİK AMA SAYGISIZ

        “Bir Zamanlar Hollywood'da”, bütün Tarantino filmleri gibi içerdiği şarkılarla da öne çıkıyor... Filmde "fon müziği" yok ama 22 şarkı var.

        Tarantino, en çok DiCaprio'nun yeteneklerini ortaya çıkaracak sahneler yazmış. Brad Pitt, sert erkeği oynuyor genelde. Filmin parlayan yıldızı ise hiç kuşkusuz Pussycat rolündeki Margaret Qualley (Andie MacDowell'ın kızı)... Lena Dunham ve Dakota Fanning'i de unutmayalım. Az süre almalarına rağmen onlar da çok iyiler...

        Son olarak, Bruce Lee (Mike Moh) ile Cliff Booth'un karşılaştığı sahneyi çok komik bulmuş olsam bile Lee'nin anısına saygı duymadan yazıldığını söylemek istiyorum...

        Diğer Yazılar