Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1977'de başlayan Skywalker Destanı'nın dokuzuncu ve son filmi olan “Star Wars: Skywalker'ın Yükselişi”ni (Star Wars: Episode IX – The Rise of Skywalker) seyrederken önceki Star Wars filmlerinin aksine ne yazık ki duygusal bağ kurmakta zorlandım...

        Filmler genellikle karakterler üzerinden yakalar bizi. Yeni üçlemenin üç genç karakterini de sevdiğim için bu konuda sorun yaşayacağımı pek sanmıyordum. Çoğu seyirci gibi ben de hurdacı Rey (Daisy Ridley), pilot Poe (Oscar Isaac) ve İlk Düzen'in kaçak askeri Finn'in (John Boyega) yolculuklarının nereye varacağını merak ediyordum...

        Yedinci film “Güç Uyanıyor”, bu üç gencin büyüme ve olgunlaşma hikâyelerinin ilk adımları üzerine inşa edilmişti...

        Sekizinci film “Son Jedi” ile birlikte hikâyeler derinleşti. Üçü de beklenmedik çok farklı noktalara savruldular.

        Rey, kahramanlık imajı, seçilmiş kişi hayalleri ve Güç kavramının gerçek anlamıyla yüzleşti...

        “Racon kesen, testosteron saçan erkek kahraman miti”nin etkisiyle kızgın boğa gibi hareket eden Poe, Prenses Leia (Carrie Fisher) ve Amiral Holdo gibi güçlü, şefkatli kadınların liderliğinde savaşın gerçek anlamını kavradı...

        Rey'i ve ona olan aşkını her şeyin üstüne koyan Finn ise Rose (Kelly Marie Tran) sayesinde sevginin farklı bir yüzüyle karşılaştı. En önemlisi, isyancıların arasındaki sevgi ve dayanışma bağının değerini keşfetti...

        Peki, dokuzuncu filmde ne yaşadılar?

        Bütün film boyunca oradan oraya koşturan Poe ve Finn'in kendi ruhlarında neyi keşfettiklerini, yolculuklarının sonunda nereye vardıklarını kestirmek çok kolay değil. Sonunda birer aksiyon kahramanı olup çıktılar ve önceki iki filme oranla karakter gelişimi açısından Rey'in gerisinde kaldılar...

        Rey, Kylo Ren'le (Adam Driver) olan çatışması, çelişkileri ve ruhsal yolculuğu itibarıyla dokuzuncu filmin tam merkezindeydi. Ama filmin bir noktasından sonra Rey, nev'i şahsına münhasır bir karakterden ziyade her şeyiyle bir “Star Wars klişesi”ne dönüştü benim için...

        Kylo Ren ise bu son filmle birlikte, yeni üçlemenin belki de en zayıf halkası, yani en kötü işlenmiş karakteri haline geldi... George Lucas, ikinci üçlemeyi neredeyse tümüyle Anakin Skywalker'ın neden karanlık tarafı seçtiğini anlatmaya ayırmış ve gerçekten iyi iş çıkarmıştı. Yeni üçlemede Kylo Ren'in neyi neden seçtiğini anlayabilmek için metin analizi yapmaktan ziyade sezgi ve hayal gücümüzün devreye girmesi gerekiyor. Çünkü yeni üçlemenin yazarları hikâye gereği Kylo Ren'i 3 film boyunca oradan oraya oynatıp durdular. Daha da kötüsü, bu filmde ne yapacağını, nasıl davranacağını tahmin etmek mümkün...

        Bir filmi seyrederken karakterlerin nasıl davranacağını, öykünün nereye doğru gideceğini tahmin etmek bence pek iyi bir şey değil. Senaryonun kağıt üzerindeki dramatik düzeneğini keşfetmek duygusal bağ kurmayı engeller, filmle aramıza mesafe koyar.

        “Skywalker'ın Yükselişi”ni seyrederken tam da bunu yaşadım...

        Film boyunca gerçekleşen o “büyük süprizler” ve olup bitenlerin çoğu, George Lucas'ın ilk altı filminden aşina olduğumuz numaralardı...

        Filmi sevenler “Skywalker'ın Yükselişi”ni analiz etmediğim, sözgelimi “Romeo ve Juliet” gibi göndermeleri görmezlikten geldiğim için bana kızabilirler. Ama inanın sonuçta bütün analizler, George Lucas'ın kurduğu dünyanın formüllerine götürecek bizi...

        Peki, aynı formüller yedinci ve sekizinci filmde yok muydu? Elbette vardı... Ama her iki film de sorunu aşmanın yani senaryonun üstüne inşa edildiği yapıyı bize unutturmanın farklı yollarını bulmuşlardı.

        Yedinci film, yeni ve genç karakterlerle ilk üçlemenin efsane kahramanlarını buluşturmak gibi müthiş bir avantaja sahipti mesela... J.J. Abrams'ın bir yazar ve yönetmen olarak George Lucas'ın kurduğu dünyayla etkileşime girmesi dahi tek başına çok hoş ve ilgiye değer bir deneyimdi... Fanatik ve muhafazakâr bir hayran olmadığım için George Lucas dünyasının her anlamda reforme edilmesine açıktım ve farklı nesillerden gelen Abrams ile Lawrence Kasdan'ın yazar olarak çıkardıkları ortak metni sevmiştim. Yedinci filmde benim için baskın duygu nostaljiydi. Özlediğim bir dünyaya dönmüş, sevdiğim karakterlerle yeniden karşılaşmıştım. Politik alt metni itibarıyla, George Lucas'ın çizdiği çerçevenin içinde kalan, hatta onu geliştiren, çağımıza bağlayan bir hikâyeydi.

        Rian Johnson'ın yazıp yönettiği sekizinci film “Star Wars: Son Jedi”yı ise daha çok sevdim... Yeni bir yöne gitmekten çekinmeyen cesaretli bir filmdi. Seçilmiş kişi meselesine getirilen yorum parlaktı. Daha önemlisi, “Güç” kavramı çok daha sağlam temeller üzerinde ele alınıyor, derinleştiriliyordu.

        Dokuzuncu film “Star Wars: Skywalker'ın Yükselişi”nde ise bunların hiçbirini bulamadım.

        “Skywalker'ın Yükselişi” belki her şeyiyle bir Star Wars filmi... Ama reçetelerin, formüllerin ve Star Wars klişelerinin neredeyse görünebilir olduğu bir film... Tam da bu nedenden ötürü, Star Wars filmlerinin ruhu yok.

        “Star Wars ruhu”nda klişeler, formüller kadar yenilik de vardır... Hikâyenin finalde nereye varacağını sezseniz bile oraya hangi yollardan ulaşılacağını tahmin edemezsiniz.

        Daha önemlisi, ayrıntılara inildikçe George Lucas'ın sanatçı dokunuşu daha çok hissedilir.

        George Lucas'ın dümende olduğu dönemde seyrettiğimiz her Star Wars filminde farklı, yeni ve özgün bir şeyler vardır. Lucas'ın her iki üçlemesi de birbirinden çok farklı gezegen, şehir ve doğa tasvirleriyle bilimkurgu sevenleri mest edecek görsel tasarımlarla doludur...

        Dokuzuncu filmde ise tadımlık birkaç sahne dışında “yeni resim”ler, farklı görsel dünyalar görmek pek mümkün değil.

        Oysa yeni üçlemenin ilk iki filmi, hem renk paletlerinden hem grafik anlamda Lucas'ın dünyasından kopmayı göze almışlardı. Özellikle Rian Johnson'ın filmi, Star Wars evreninde farklı bir görsel deneme olarak dikkat çekiciydi...

        Dokuzuncu film ise her şeyiyle George Lucas dünyasının ruhsuz bir taklidi gibi... Yönetmen J.J. Abrams'ın görsel atmosfer ve renk paletleri açısından ilk üçlemeyi model aldığını düşünüyorum.

        Bu filmde yeni olan tek şey, “Güç” meselesinin giderek daha da fantastikleşmesi belki... Özellikle Güç savaşları sırasında fantastik büyücü filmleri geliyor aklınıza.

        Lucas'ın uzay operası dokusu ise çok zayıflamış durumda. Öyle bir doku kuşkusuz bir sanatçının vizyonunu gerektiriyor ve Lucas Film sanırım yeni filmde hiçbir şekilde sanatçı dokunuşu istememiş,

        Yeni üçlemenin ilk iki filmini yerin dibine batıran fanatik, tutucu George Lucas hayranlarından mı etkilendiler, seyirci düşüşünden mi korktular bilmiyorum ama dokuzuncu filmin hiçbir yanında ben bir sanatçı dokunuşu göremedim. Ne yazar ne yönetmen olarak... “Seri üretim” bandından çıkmış gibi duran bir film bu...

        İşte bu yüzden, “Skywalker'ın Yükselişi”, yeni bir Star Wars filmi çekmekten, hikâyeyi farklı yönlere götürmekten korkan bir grup insanın Lucas'ın ilk üçlemesinin yeni bir versiyonunu yapmaya çalışmasından ibaret gibi geldi bana... Seyrettiğim her şey önceki filmlerden hatırladığım duyguların, anların, temaların ve sahnelerin yansıması gibiydi... Dolayısıyla, analiz çok anlamlı gelmiyor bana.

        Kuşkusuz bir aksiyon filmi olarak gayet iyi... İki buçuk saatin nasıl geçtiğini anlamak zor. Ama beni sürükleyen kesinlikle karakterler ya da hikâye değildi. Sadece hareket ve ritm duygusuydu.. Sahneler akıp gitti ama hikâyede bana dokunan çok fazla bir şey olmadı. Her şey geçmiş filmlerin bir gölgesi gibiydi...

        Bu film gişede ne yaparsa yapsın Lucas Film'in bundan sonraki filmler konusunda çok daha cesaretli olması gerekiyor. Yeni üçlemeler ve filmlerde yine aynı mantıktan hareket ederlerse, Star Wars kendi kendinin karikatürü haline gelebilir...

        Seyirci tanıdık, bildik dünyaları sever ama orada neler yaşanacağını hissetmeye başlarsa ilgisini tümden kaybeder...

        5.5/10

        Diğer Yazılar