Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Atiye”, Netflix'in Türk yapımı ikinci dizisi... Yaklaşık 40'ar dakikalık 8 bölümden oluşan ilk sezon 27 Aralık'tan bu yana yayında...

        Şengül Boybaş'ın “Dünyanın Uyanışı” adlı kitabından uyarlanan dizi, gizemli macera türünde ve fantastik unsurlar barındırıyor...

        Türkiye'nin genel dizi kültürü açısından baktığımızda farklı bir iş... Melodram, romantik komedi ve Türk usulü suç dramlarının ağırlıkta olduğu bir ortamda “Atiye”, Netflix üzerinden dünya seyircisine ulaşan fantastik bir macera dizisi olarak kuşkusuz özel ilgiyi hak ediyor.

        Görsel olarak “şık” bir dizi... Sözgelimi, yabancılarda Türkiye'ye gelme arzusu uyandırabilir... Sadece Göbeklitepe ya da Nemrut'tan söz etmiyorum. İstanbul da modern ve tarihi özellikleriyle çok güzel resmediliyor.

        Dizinin kendine özgü bir görsel atmosferi ya da renk paleti olduğunu pek söyleyemem ama kamera çalışması gerçekten iyi... Prodüksiyon tasarımına ve çekimlere gösterilen özeni hissetmek mümkün.

        Dizi genelinde aksiyon unsuru pek yok ama tıkır tıkır ilerleyen bir kurgu var...

        Akıp giden bir dizi “Atiye”... İlk anından sonuna kadar...

        Bu akıcılıkta senaryonun da payı var. Hikâye, gizemli macera türündeki video oyunları gibi düzenlenmiş ve olaylar çok hızlı gelişiyor... Hatta gereğinden hızlı geliştiği söylenebilir...

        Karakterler, rüzgârda uçuşan yapraklar gibi dizi boyunca olayların akışına kapılıp gitmiş durumdalar. Dertlerini, arzularını, hedeflerini kendilerinden ziyade olayların akışı belirliyor... Özellikle Atiye (Beren Saat) ve Erhan (Mehmet Günsür), video oyunlarında kullanıcıların seçtikleri sanal karakterleri andırıyorlar. Çok önemli olaylar yaşasalar dahi oturup düşünmeye pek vakitleri olmuyor. Sürekli hareket etmek ve karşılarına çıkan sorunları çözmek zorundalar.

        Dolayısıyla, seyirciye de düşünme payı pek verilmiyor. Tek amaç seyirciyi oyalamak...

        Diziyi öyle büyük bir dikkatle seyretmenize de gerek yok. Önemli bir ayrıntı kaçırmanız biraz zor.

        1970'li ve 80'li yıllarda her bölümün ayrı bir maceradan oluştuğu 40-45 dakikalık diziler vardı. Sinema salonundaki dikkat yoğunluğuna ihtiyaç duymayan, evde seyretmek için tasarlanmış dizilerdi... Bugün özellikle “tek bölümlük hikâye” fikrine yaslanan Amerikan suç dizileri de aynı konsepte dayanıyor. Tek fark kameraların daha hareketli, kurgunun daha hızlı olması...

        Anlatım tekniği olarak “Atiye” o dizileri hatırlatıyor. Ama “Atiye”, “her bölüm ayrı macera” anlatan dizilerden değil. Çağdaş bir dizi formatıyla geliyor karşımıza.

        Her bölümün, roman tadında açılıp derinleşen büyük bir hikâyenin parçası olması gerekiyor...

        Hikâyedeki merak ve sürükleyicilik unsurları açısından “Atiye”, formatın gereklerini belirli ölçülerde yerine getiriyor. İlk bölümden itibaren ortaya çıkan soruların yanıtlarını tahmin etmek, olayların nasıl ve nereye doğru gelişeceğini tahmin etmek çok kolay değil. Özellikle sezon finalinin çarpıcı olduğu kesin. Gerçi Netflix yapımı başka bir diziyi aklımıza getiren, hatta “Bütün hikâyeyi kurarken ondan esinlenmişler” dediğimiz bir final ama yine de ikinci sezonu merak ettirdiği kesin...

        Buna karşılık, özellikle karakterlerin derinliği açısından “Atiye”nin sezonluk dizi formatının hakkını verdiğini söylemek zor...

        “Atiye” sonuçta hafif bir dizi... Ama açıkçası biraz fazla hafif...

        Dizinin konsepti Atiye'nin kendini keşfetme hikâyesi üzerine kurulu... İlk sezonun sonlarına doğru buna “özgürleşme” konsepti de ekleniyor. Ama özgürleşme meselesini ikna edici bulduğumu söyleyemem.

        Atiye'yi, ilk bölümde İstanbullu bir ressam olarak tanıyoruz. Ailesinden ayrı yaşayan, sergisi büyük ilgi gören ve bütün tabloları daha ilk günden satılan bir sanatçı... Hayatında böylesi önemli adımlar atan bir sanatçının gerçek anlamda olgunlaşmamış, kendi kişiliğini henüz bulmamış birisi olması belki mümkün ama dizinin bunu, inandırıcı bir şekilde anlattığını söylemek çok zor... Mesela, Atiye'nin bir “flash-back” sahnede tanık olduğumuz o erkek şiddetini neden kabul edilebilir bulduğunu anlamak kolay değil... Ozan'la (Metin Akdülger) olan ilişkisi, hikâyenin bütününde öylesine önemli bir yer tutuyor ki, “Bu ilişki nasıl bu noktalara gelmiş?” sorusu dizinin bütünlüğü açısından tehlikeli... Çünkü sorduğunuz an, diziyle aranızdaki mesafe açılıyor.

        Sadece Atiye değil, Erhan'ın da iyi yazılmış, iyi düşünülmüş bir karakter olduğundan emin değilim. Erhan'ın olayların akışında kuşkusuz önemli bir işlevi var, maceranın merkezinde duruyor ama psikolojik derinliğe sahip etkileyici bir karakter gibi gelmedi bana...

        Filmlerle ya da dizilerle aramızdaki duygusal bağ, çoğunlukla karakterler üzerinden kurulur. Özellikle ana karakterler iyi yazılmışsa, psikolojik derinlikleri varsa ve sizi yakalıyorsa, gerisi kolaydır. Hatta bir noktadan sonra dizinin karşısına sadece o karakterleri izlemek için bile geçeriz. Öykü belki birkaç ay sonra aklımızdan çıkıp gitse de karakterler kalır. Mesela “Fargo” dizisi... Asıl olarak karakterleriyle bizi cezbeden bir dizi değil midir?

        “Atiye”de ise beni gerçekten etkileyen sadece iki karakter oldu. Atiye'nin annesi Serap (Başak Köklükaya) ve kız kardeşi Cansu (Melisa Şenolsun)... Çünkü her ikisi de çok zor kararlar vermek zorunda kalan karakterler. Başkalarıyla yaşadıkları çatışmalar bir yana kendi içlerinde de açmazlar ve çelişkilerle savaşıyorlar. Atiye ve Erhan'ın ne yapacağını, nasıl davranacağını tahmin etmek hiç zor değil. Onların payına hep iyi olmak düşüyor. Serap ve Cansu ise öyle değil... İyilik ve kötülüğün anlamını sorgulamak ve başkalarının canını yakacak zor kararlar almak zorundalar. Ama her ikisi de hikâyedeki işlevleri dışında üzerlerinde düşünülüp, iyi geliştirilmiş karakterler değil.

        Film ya da dizilerde mantık hatası arayan biri değilim. Özellikle fantastik bir dizinin başına oturduğumuzda hepimiz her tür doğaüstü olaya inanmaya hazırızdır zaten. “Atiye”de de doğaüstü olaylarla ilgili sorunum olmadı. Göbeklitepe'ye emek veren arkeologları bir yana bırakıp tümüyle hayal ürünü bir öykü kurmaları da anlaşılabilir bir durum. Sonuçta, kurmaca dizi seyrediyoruz, belgesel değil...

        Diziyi ayakta tutan bence tümüyle doğaüstü yanıydı... Yani, ana hikâyeyle pek sorunum olmadı ama ayrıntılar, gündelik düzeydeki olaylar fazlasıyla dikkatimi dağıttı. Buna “denizi geçip derede boğulmak” da denebilir...

        Mesela Tim Seyfi'nin canlandırdığı iş adamı Serdar, yani dizinin kötü adamı... Gerçekten neden o kadar abartılı bir karaktere ihtiyaç duyulduğunu anlamak zor... Serdar'ın bir sahnede birini dövmek üzere kemerini çıkardığı bir sahne var... Sahnenin ürpertici ve rahatsız edici olması gerekiyor ama bana hiç öyle bir duygu vermedi. Tam tersine “Yazarlar neden bu kadar abartma gereği duymuşlar acaba?” diye düşündüm.

        Serdar Bey'in devlet birimlerinin çalıştığı bir kazı ve kurtarma operasyonunu müthiş bir kendine güven, öfke ve sorgusuz sualsiz bir otoriteyle yönettiği bir sahne var... O gücü nereden aldığını tahmin etmek zor değil. Parası ve nüfuzu var. Ama bu işler gerçek hayatta o şekilde mi yürür, pek emin değilim. Seyirci olarak o sahnede Atiye'nin ölmeyeceğinden zaten eminiz. Bizi karakterlerin paniğine ortak etmek için neden o kadar uğraştıklarını anlamak da zor. “Atiye”nin birçok anında seyirci olarak zekâmıza pek saygı duyulmadığı kesin...

        “Atiye”de aklıma yatmayan başka bir sürü ayrıntı var ama sonuçta çok uzatmamak gerekiyor. Dünyanın her yerinde “Atiye” gibi benzer sorunları olan bir sürü dizi çekiliyor ve bunlar bazen çok başarılı olabiliyor. İlk sezonu seyredenlerin çoğunun ikinci sezon için de ekran karşısına geçeceğini düşünürsek Netflix açısından “Atiye” bir başarı hikâyesi olabilir...

        Ama Netflix gibi reyting baskısından uzak, dizi formatının geleceğini temsil eden bir yayıncıdan benim beklentim çok daha yüksek... Kaldı ki, Netflix'in farklı ülkelerden gelen içeriklerine baktığımda “Atiye”nin sanatsal anlamda ortalama kaliteyi yakaladığını söylemek benim için zor. Batı dünyasından gelen çoğu dizinin altında artık bir sanatçı dokunuşu var. Dizilerin estetik kalitesi giderek yükseliyor ve endüstri bireysel yaratıcılığa büyük önem veriyor.

        İşte bu yüzden, son 20 yılda başta ABD olmak üzere dizi sektörünün ısmarlama şablon işlerden ziyade sanatçı vizyonu taşıyan işlere yöneldiğini görüyoruz. Belli ki sinemacılara “Biz şöyle bir dizi düşünüyoruz” diye değil “Siz, dizi formatıyla neler yapmak istersiniz?” diye gidiliyor veya prestijli isimlerden gelen öneriler hayata geçiriliyor.

        Netflix'in de Türkiye'de ısmarlama projelerden ziyade sanatçı vizyonuna sahip dizileri hayata geçirmesi gerektiğine inanıyorum.

        Diğer Yazılar