Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İngilizce konuşulan dünyada kısaca “whodunit” diye adlandırılan, Türkçe'ye “katil kim?” diye çevirebileceğimiz polisiye türünü herkes bilir. Bir dedektifin cinayet ya da cinayetleri çözmeye çalıştığı roman veya filmlerdir bunlar...

        “Katil kim?” polisiyelerinin kendine göre çeşitli alt türleri vardır. Mesela seri katil öyküleri ya da kara filmler... Adı daha çok ünlü polisiye yazar Agatha Christie ile birlikte anılan, “locked-room mystery” (kilitli oda gizemi), “murder mystery" (esrarengiz cinayet), “ensemble murder mystery” (ansambl cinayet gizemi) gibi farklı isimler verilen alt tür, bunlardan biridir. Herkesin üstünde anlaştığı belirli bir ismi yoktur ama sinema tarihinin en muhafazakâr alt türlerinden biridir. Çünkü diğer polisiyelere göre çok daha ayırt edici özellikleri, hatta kuralları vardır.

        Cinayet ev, otel, tren, gemi gibi bir mekânda işlenir. Şüphelilerin sayısı sınırlıdır ama ipuçları yetersizdir ve ilk bakışta kanıt bulmak imkânsızdır. Polislerin olayı çözmesi mümkün görünmez. İşte tam da bu çözümsüzlük aşamasında, Hercules Poirot, Miss Marple, Jessica Fletcher gibi profesyonel ya da amatör bir özel dedektif olaya dahil olur ve dâhiyane yaklaşımıyla esrarengiz olayı aydınlatıp katili bulur.

        “Murder, She Wrote” (1984-1996) gibi popüler televizyon dizileriyle de sık sık karşımıza gelmiş alt tür, özellikle 2000'li yıllarda gerçekçi suç filmleri, modern “film noir” akımı ve seri katil öykülerinin devreye girmesiyle demode olur ama hiçbir zaman tam olarak unutulmaz... Çünkü dedektifin herkesi toplayıp katili açıkladığı klişeleşmiş sahneleriyle popüler kültürün bir parçası olmuştur artık. Dolayısıyla, birçok filmde bazen parodi malzemesine dönüşerek varlığını sürdürür... 2017'de ise Agatha Christie'nin “Doğu Ekspresinde Cinayet”inin büyük bütçeli yeniden çevrimiyle birlikte henüz ömrünü tamamlamadığını ispat eder...

        “Looper” (Tetikçiler - 2012), “Star Wars: Son Jedi” (2017) gibi filmleriyle hatırladığımız Rian Johnson'ın yazıp yönettiği “Bıçaklar Çekildi” (Knives Out) her şeyiyle bu alt türe ait bir film...

        Hikâyenin merkezinde büyük bir evde gerçekleşen doğum günü partisinin ardından gelen bir ölüm var... 85 yaşındaki ünlü polisiye roman yazarı Harlan Thrombey (Christopher Plummer), sabah odasında ölü bulunuyor. Polis, “kesinlikle intihar” diyor ve dosyayı kapatmak istiyor. Ama esrarengiz bir müşteri tarafından tutulan özel dedektif Benoit Blanc (Daniel Craig) soruşturmaya ağırlığını koyunca işin rengi değişiyor...

        Rian Johnson'ın “kilitli oda gizemi” türündeki film ve romanların tutkulu bir hayranı olduğunu ya da bu filmden önce türün klasiklerini dikkatli şekilde incelediğini tahmin etmek pek zor değil... Johnson, türün temel gereklerini yerine getirmekle kalmıyor, aynı zamanda yeniliyor. Radikal değişikliklere gitmeden, saygı, sevgi dolu bir tavırla kendi yorumunu getiriyor. En önemlisi, edebiyatta “metinlerarası” denilen bir yaklaşımı kullanarak türün geçmişteki örnekleriyle adeta diyaloga giriyor... İşte bu yüzden, sözkonusu alt türü seven ve iyi bilen bir seyirciyseniz “Bıçaklar Çekildi”, zihninizi sürekli aktif tutan, türün klasikleriyle karşılaştırma yapma şansı veren eğlenceli bir seyir vaat ediyor.

        Sözgelimi, özel dedektif Benoit Blanc... James Bond karakteriyle tanınan bir İngiliz oyuncuyu alıp, onu ağır bir Amerikan güneyli ağzıyla konuşturmak, Johnson'ın yaptığı ilk “numara”lardan biri...

        Türün önemli özelliklerinden biri oyuncu kadrosunun farklı kuşaklardan yıldız oyunculardan oluşmasıdır. Johnson buna uygun olarak kadrosunu Plummer ile Craig'in yanı sıra Chris Evans, Michael Shannon, Don Johnson ve Jamie Lee Curtis gibi ünlü oyunculardan oluşturuyor. Genç kuşaktan ise “Blade Runner 2049”dan hatırlayacağımız Ana de Armas var...

        Türün en önemli özelliği, karakterlerin çoğunu şüpheli hale getirerek çözümü daha zor hale getirmektir. Johnson bundan da vazgeçmiyor. Bütün karakterlerden belirli ölçülerde şüpheleniyoruz...

        Filmin bütününde ince bir mizah duygusu var. Aksiyon ustası Johnson'ın çektiği “saçma” otomobil takip sahnesi de çok matrak ama “Bıçaklar Çekildi” kendisiyle dalga geçen filmlerden değil. Klişeleri görünür kılarak hikâyeyi önemsizleştiren postmodern bir polisiye olmak istemiyor. Rian Johnson, türün yapısıyla oynuyor, eğiyor büküyor ama özünü değiştirmiyor.

        Peki, neler yapıyor?

        Tıpkı Agatha Christie gibi önyargılarımızla oynuyor. Bütün ipuçları en başından beri gözümüzün önünde dursa da hepsini unutturmasını biliyor. Sonuna kadar “ters köşe”lerden vazgeçmiyor. Mesela, filmin ortalarına doğru öyle şaşırtıcı bir hamle yapıyor ki “Katil kim?” formatından tümüyle çıktığımızı ve polisiyenin başka bir alanına (Dedektif bizim bildiğimiz katili nasıl bulacak?) geçtiğimizi bile düşünüyoruz.

        Dahası, sonlara doğru Benoit Blanc'ın, Hercule Poirot ya da Miss Marple gibi öyle her şeye hâkim, çok zeki ve becerikli bir dedektif olmadığını düşünmeye başlıyoruz...

        Tüm bunlar aslında türün klasik örneklerinde karşılaştığımız şeyler değil. Ama sonuçta olaylar öyle bir şekilde bağlanıyor ki Rian Johnson, türün özüne bağlı olduğunu ispat ediyor.

        “Ansambl cinayet gizemleri”ni seven biri olarak “Bıçaklar Çekildi”nin hikâye örgüsünün çok iyi kurulduğunu düşünüyorum. Sözgelimi, katili çok önceden tahmin etseniz bile olaylar kesinlikle tahmin ettiğiniz gibi gelişmiyor… Johnson, katili önceden tahmin etmenin çok da önemli bir şey olmadığını, önemli olanın çözüm süreci olduğunu bir kez daha ispat ediyor.

        Johnson'ın türe getirdiği en önemli yenilik ise alt metinlerde ortaya çıkıyor. Aslına bakarsanız, Robert Altman'ın “Gosford Park”ını bir yana koyarsak türün örneklerinde politik alt metinlere rastlamak pek kolay değildir. Agatha Christie ve onun etkisi altındaki “ansambl cinayet gizemi” filmlerinde her şey Hıristiyanlıktaki yedi ana günahla, daha çok da açgözlülük ve kibirle ilgilidir. Açgözlülük Johnson'ın da temel meselelerinden biri. Ama yabancı düşmanlığını biraz daha öne çıkarıyor.

        Johnson, “efendilik”ten vazgeçmeyen, hayırsever, iyi kalpli, merhametli beyaz Amerikalıların içindeki yabancı düşmanlığının altını incelikle çiziyor. Siyasi anlamda doğru bir yerde durmaya çalışsalar da aileye sinmiş yabancı düşmanlığını hissetmek mümkün... Harlan Ailesi, faşisti, ırkçısı, liberali, cumhuriyetçisi ve radikal solcusuyla ABD'yi, hatta Batı'yı yansıtıyor.

        Johnson filmdeki vasiyet meselesi üzerinden giderek, bir mülkün, bir ülkenin gerçek sahiplerinin ve sosyal asalaklarının kim olduğunu sorguluyor. Bir yanda önceki nesillerden kalan para ve imtiyaz hakkıyla hiçbir şey yapmadan yaşamak isteyen rantiyeler var, diğer yanda ise emekleriyle para kazanan çalışan sınıflar... Film bittiğinde “Amerika hangi Amerikalılarındır?” diye düşünmeden edemiyorsunuz...

        Alt metinler sağlam, hikâye güçlü... Peki, anlatım ve üslup?

        Rian Johnson'ın kadraj formatı olarak 1.85:1'i tercih etmesi çok doğru bir tercih. Çünkü türün “otantik yapısı”na baktığınızda geniş kadrajın pek tercih edilmediğini görmek mümkün. Johnson, 2.39:1'lik geniş perde formatında çekilen “Doğu Ekspresi'ndeki Cinayet”in yönetmeni Kenneth Branagh gibi türü çağdaş sinema gramerine uydurmaya çalışmamış. Filmin birçok sahnesinde “konuşan kafalar” sineması yapmaktan hiç çekinmemiş; çünkü tür, özü itibarıyla yakın planlar sineması gerektirir. Her şey karakterlerle ilgilidir. Sonuçta, üslubun değil, hikâye anlatımı ve karakterlerin öne çıkması gerekir… Aksi bir çaba, türün ruhuna ters düşer.

        Türün özelliği gereği, mekânın da kendine özgü güçlü bir karakteri olması gerekir. Rian Johnson iç mekânlardaki genel planlarda kullandığı geniş açı lenslerle evi ayrıntılı şekilde betimlemeyi ihmal etmiyor. Dikkatinizi konuşan kafalardan alıp ölçeklere, dekora verdiğinizde bir sürü hoş ayrıntı görmeniz mümkün. Mesela Harlan’ın çatı katındaki odası... Entelektüel bir yetişkinin eğlence odası gibi... Neredeyse bir çocuk odasını hatırlatıyor. Orası Harlan'ın derinlerdeki naif, dürüst kişiliğini yansıtıyor… Hayatında en sevdiği kişi hiç kuşkusuz, o odada oyun oynayarak vakit geçirdiği kişi... Harlan, çatı katı dışında daha farklı biri... Kaldı ki, evin geri kalanı herkese açık bir müzeyi andırıyor. Tabi bir de filme adını veren bıçaklar var. Bıçaklar, Harlan'ın öldükten sonra ev üzerinde devam eden hâkimiyetinin bir simgesi gibi okunabilir. Film boyunca elden ele dolaşan top da Harlan'ı temsil eden nesnelerden biri sanki... Filmin ilk sahnesindeki “Benim evim, benim kurallarım, benim kahvem” yazısına dikkat etmek gerek...

        Başkahoş ayrıntılar da var. Mesela, ilk bölümde iki polisin yürüttüğü soruşturma sırasında henüz hiç görmediğimiz Benoit Blanc'ın netlik dışı olarak arka fonda bırakılması şahane fikir. Soruşturmayı Blanc devraldığında aksan bizi şok ediyor ama Johnson'ın kullandığı açı / karşı – açıların ölçeklerini değiştirdiğini fark ediyoruz. Zaten Blanc'ın mevzuya girişiyle, soruşturma aniden derinleşiyor...

        Rian Johnson, 1970'lerden kalma eski usul bir film grameri kullanmış ama kurguyu bunun dışında tutmuş... Özellikle Agatha Christie uyarlamalarında tür, çok daha ağır ve sakin bir tempo tutturur. En gerilimli anlarda bile teatral havadan vazgeçilmez… Sonuçta, tiyatro kokan bir türdür. Ama Rian Johnson aksiyondan gelen alışkanlıkla ilk anlardan itibaren temponun düşmesine izin vermemiş.

        Sözkonusu alt türle duygusal bağı olmayanlar, açıkçası filmi çok sevmeyebilirler. Hatta onlara biraz uzun, fazla dolambaçlı ve sıkıcı gelebilir. Ama Agatha Christie tarzı polisiyeleri sevenlerin “Bıçaklar Çekildi”yi baştan sona severek, keyif alarak, türün klasikleriyle karşılaştırmalar yaparak seyredeceğini tahmin ediyorum.

        7/10

        Diğer Yazılar