Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Mark Lewis'in yazıp yönettiği “Kedilere Bulaşmayın: İnternette Katil Avı” (Don't F**k with Cats: Hunting an Internet Killer) adlı 3 bölümlük mini belgesel dizisi, geçtiğimiz aralık ayından bu yana Netflix'te yayında...

        Film eleştirmenleri arasında çok ses getirdiği ya da ilgi gördüğünü söylemek mümkün değil ama yayınlandıktan hemen sonra seyirciler arasında “Netflix'teki en rahatsız edici belgesel” olarak belirli bir şöhret kazandığı söylenebilir...

        En baştan söylemekte yarar var: “İnternetteki gerçek şiddet ve cinayet videoları” gibi, düşünmesi bile insanı rahatsız eden bir konuyu ele alsa da filmin “şiddet pornosu” olmak gibi bir derdi yok.

        Sözkonusu videoların hiçbiri baştan sona gösterilmiyor ve açık şiddet içeren hiçbir sahneye yer verilmiyor... Özetle, şiddeti anlatan ama şiddet istismarından uzak duran bir belgesel bekliyor sizi...

        Rahatsız ediciliği gösterdiklerinden ziyade, düşündürdükleriyle ilgili...

        “Kedilere Bulaşmayın: İnternette Katil Avı”, bir katili arama, bulma ve yakalama süreci üzerine kurulu bir belgesel... Her şey, 2010 yılında yayınlanan ilk kedi öldürme videosuyla başlıyor ve belirli aralıklarla gelen yeni videolarla sürüyor. Bu arada, bir grup hayvansever de katili bulmak üzere internette yoğun bir araştırmaya girişiyor. Film, asıl olarak bu araştırma sürecine odaklandığı için polisiye ya da gerilim filmlerine taş çıkaracak bir hikâye bekliyor sizi... 2010 ile 2012 arasında yaşanan, sosyal medya dışında anaakım medyaya da konu olan olayları hiç bilmeyen veya unutanlar için şaşırtıcı, sürükleyici ve heyecan verici olacağı kesin... Özellikle, olayların nereye varacağını bilmeyenler, hiç başından kalkmadan tek oturuşta üç bölümü peş peşe seyretmek isteyebilirler. Yine de filmin asıl parlak yanı, sürükleyici anlatımı değil; olup bitenlerin farklı yanları üzerine düşündürebilmesi...

        Sözgelimi, film katilin cephesine asla geçmiyor. Önce internete koyduğu fotoğraf, video ve yazıları üzerinden tanıyoruz onu. İkinci yarıda bunlara, güvenlik kamerası görüntüleri ve birkaç haber filmi ekleniyor... Filmin kamerası, katilin kaldığı evleri, otel odalarını, uğradığı mekânları, yürüdüğü cadde ve sokakları görüntülese de asla karşısına geçip onu görüntülemiyor. Özetle fiziksel anlamda ona sürekli uzağız. Ama film bittiğinde neredeyse herhangi bir konulu filmin ana karakteri kadar iyi tanıyoruz kendisini... Hatta bazı sahnelerde zihninin içinden geçenleri veya bilinç dışında olup bitenleri sezdiğimiz dahi söylenebilir...

        3 saat boyunca tanık olduklarımızı ve aklımızdan geçenleri, annesinin anlattıklarıyla birleştirdiğimizde, sapkın eylemlerinin ardındaki o hastalıklı kişiliğe daha yakından baktığımız kesin. Onun hakkında son sözü söylemek, nihai değerlendirmeyi yapmak kuşkusuz kolay değil. Ama filmin sonunda, onunkisi gibi marazi bir zihne ilham veren o karanlığın yabancısı olmadığımızı hissediyoruz...

        Son yılların en iyi bilimkurgu dizilerinden “Black Mirror” da aynı karanlığa dikkatimizi çekiyor ve bize oradan bir ayna tutuyordu. “Kedilere Bulaşmayın”ın tuttuğu aynada gördüklerimiz, olayın gerçek olması itibarıyla biraz daha rahatsız edici. Ayrıca bütün olup bitenlerdeki payımızı da sorgulamak zorunda kalıyoruz.

        20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca giderek daha röntgenci bir toplum olduğumuz konuşuldu. Hatta sinema sanatının hayali boyutta yaşanan güvenli ve yasal bir röntgencilik olduğu öne sürüldü. Ve 21. yüzyılda röntgenciliğe teşhircilik de eklendi. İnternet ve sosyal medyanın hayatımıza girmesiyle artık bir tür “teşhir çağı”nda yaşadığımız söylemek zor değil... İnternet, bütün olumlu olumsuz işlevlerinin yanında röntgenciler ve teşhircileri buluşturan bir ortam aynı zamanda...

        Seyrettiğimiz film, öyle bir ortam olmasaydı, belki kedi katilinin de hiç varolmayacağının altını birkaç kez çiziyor.

        Sözgelimi, paylaştığı ilk video o kadar olay yaratmasa, hiç kimse izlemese ve kedi katili bir anda internetin "kötü starı" haline gelmese belki cinayetlerinin devamı gelmeyecek, daha fazla ilgi çekmek için korkunç olaylar planlamaya devam etmeyecekti.

        Kedi katilinin peşine düşen internet dedektiflerinden biri olan Deanna Thompson'un filmin belirli bir noktasından sonra kendisine, finalde ise bizi sorduğu soru kuşkusuz anlamlı... Sonuçta, sadece bir katille değil, bir “internet katili”yle karşı karşıyayız. İnternet ve onun verdiği sınırsız teşhir olanakları olmasa belki bir katil olmayacaktı...

        Geçtiğimiz yüzyılda, özellikle 8mm amatör kameraların çıkışıyla birlikte birçok kurmaca esere konu olan “snuff” filmlerden söz edilirdi. Bu filmlerde insanların gerçekten öldürüldüğü ve kopyalarının el altından çok büyük paralara satıldığı iddia edilir ya da varsayılırdı. Snuff filmlerin gerçek mi, yoksa hayal ürünü şehir efsaneleri mi oldukları sorusunun yanıtı hiçbir zaman net şekilde verilemedi... Ama internet çağında snuff filmlerin varolduğunu ne yazık ki biliyoruz.

        İşte bu yüzden “Kedilere Bulaşmayın” hepimiz için bir işaret fişeği... Teşhircilik ve röntgenciliğin birbirini besleyen marazi bir sürece dönüştüğünde nelere yol açabileceğinin açık bir ispatı...

        Filmin düşündürdüğü başka şeyler de var... Sözgelimi, bilgisayarlarının başına geçip kedi katilinin peşine düşenleri izledikçe internette kendimizle, özel hayatımızla ilgili ne kadar çok iz bıraktığımızı, sanal dünyada ne kadar kolay izlendiğimizi, dünyanın artık küçücük ekranlara sığan bir yer haline geldiğini görüyoruz...

        Öte yandan, amatör internet dedektiflerinin katili yakalama arzusunun saplantılı bir takıntıya dönüştüğü inkâr edilemez. Bazen polis dedektiflerinden çok daha sabırlı, araştırmacı ve inatçı olabiliyorlar. Onlardan başka kim, “bir insanın yazı yazarken virgülden önce bıraktığı boşluğun” peşine düşebilir ki?

        Öte yandan, belirli bir noktadan sonra katil de aranma sürecinden zevk almıyor mu? Her şey karşılıklı bir oyun gibi yaşanmıyor mu? Öyle ki, peşindekilerin varlığını fark etmese belki oyunu daha da büyütme ihtiyacı duymayacağını düşünmek bile mümkün...

        Sonuçta, internette, her şey etkileşim halinde. Orada tanık olduğumuz kötülükte ister istemez bizim de payımız var.

        Belgesel boyunca katilin bazı popüler filmlerden esinlendiğine de tanık oluyoruz. Bir sanat eserinin bir cinayete esin vermesiyle, kuşkusuz ilk kez karşılaşmıyoruz. Ama her seferinde daha da kafa karıştırıcı ve üzücü oluyor. Sinemacıların kötülüğü ve karanlığı anlatırken belki çok daha dikkatli olması, kılı kırk yarması gerekiyor.

        “Kedilere Bulaşmayın” gözlerimizin önüne serdiği iç karartıcı ama gerçekçi manzara nedeniyle önemsediğim bir film oldu ama estetik olarak çok beğendiğimi iddia edemem. Sözgelimi, müzik... Gereksiz derecede fazla ve manipülatif şekilde kullanıldığını düşünüyorum. Yönetmen Mark Lewis hem gerilimi hem tempoyu yukarıda tutmak için müziğe çok yüklenmiş. Bu da yetmemiş, hissetmemiz gereken duyguları bazı konulu filmlerde de yapıldığı gibi müzikle bize dikte etmeye kalkışmış.

        Gerilim dolu akıcı bir hikâye anlatma çabası, bir noktadan sonra belgesel ruhuna zarar verici bir noktaya geliyor. Özetle belgesel estetiği açısından Mark Lewis'in tarzını çok sevdiğimi söyleyemem. Öte yandan, belgesel formatını popüler sinemaya yaklaştırması itibarıyla daha çok seyirci yakalayacak bir tarz olduğunu da inkâr edemem.

        Tüm bunlar bir yana, “Kedilere Bulaşmayın” ele aldığı meselenin her yönü üzerine bizi düşündürmeyi başardığı için bence izlenmeyi hak eden bir belgesel...

        Diğer Yazılar