Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Son yıllarda, sinema ve dizi dünyasında kuzeyden gelen suç filmlerinin sayısı artıyor. İskandinav polisiyesi, neredeyse bir ‘marka’ gibi artık...

        Klasik Batı polisiyesinden ayrılan yanları ne derseniz, öncelikle görsel atmosfer geliyor aklıma. Kış, kar, kasvetli gün ışığı ve karanlık, birçok İskandinav polisiyesinin vazgeçilmez özellikleri olarak çıkıyor karşımıza.

        Fransızların dünyaya mal olmuş ‘film noir’ tanımından (kara film) türeyen ‘Nordic noir’ ifadesi, biraz da bu karanlığı tanımlıyor. Karanlık sadece görsel atmosferle sınırlı kalmıyor. Mevzu derinleşip sırlar açığa çıktıkça temalar da karanlık hale geliyor…

        Benim gençliğimde, İskandinav ülkelerindeki sosyal demokrasi rejimleri, vahşi kapitalizm ve otoriter sosyalizme alternatif üçüncü yol olarak önerilirdi… Günümüzde de refah, demokrasi ve sosyal adalet konusunda örnek gösterilen ülkeler oldukları kesin…

        İskandinav polisiyesinin asıl başarısı, herkesin kıskandığı bu refahın derinlerindeki karanlığı göstermesi gibi gelir bana… Mesela ‘Ejderha Dövmeli Kız’, İsveç’te kökü eskilere giden ırkçılık ve faşizmle yüzleştirir bizi. Zenginliğin, gücün altındaki kötülüğe bakar.

        Suç oranlarının çok düşük olduğu, yoksulluğun ve keskin sınıfsal farklılıkların hüküm sürmediği bir toplumda dipten dibe soluk alıp veren kötülüğün, sapkınlığın ve şiddetin keşfine çıktıkları için ilgi çekicidir Kuzey polisiyeleri...

        İsveç, Norveç, Danimarka gibi ülkelerden gelen bu kara filmler, Kuzey ülkelerinin dışardan görünen aydınlık yüzlerine gerçekçi bir alternatif sunar; özgürlük, demokrasi ve sosyal refahın her şeyi çözemeyeceğini ima ederler.

        Netflix’in ilk İzlanda dizisi ‘The Valhalla Murders’ da her şeyiyle tipik bir İskandinav polisiyesi…

        Kar, karanlık, sapkınlık, şiddet ve yozlaşma üzerine bir dizi bu…

        ‘The Valhalla Murders’ şiddet dozunun yüksek olduğu, öfkeyi hissettiren bir cinayet sahnesiyle açılıyor… Bir barda tanıdığımız erkek kurban, sigara içmek için çıktığı deniz kıyısında bıçak darbeleriyle öldürülüyor.

        8 bölüm boyunca birlikte olacağımız dedektif Kata (Nína Dögg Filippusdóttirise) yüzme havuzunda çıkıyor karşımıza. Kendisinden önce, enerjisi ve hırsıyla tanışıyoruz. Bir sonraki sahnede ise daha genç bir kadınla evlenen eşinden boşandığını, 14 yaşındaki oğlu ve annesiyle birlikte yaşadığını öğreniyoruz.

        Dizi boyunca Kata için işler hiç yolunda gitmiyor. Kendinden emin şekilde terfi beklerken, Reykjavik Polis Şefi Magnus (Sigurður Skúlason), ondan çok daha tecrübesiz ve iş bilmez birini getiriyor Cinayet Masası’nın başına… İkinci cinayet vakasının ardından İzlanda, yoğun şekilde seri katil korkusunu yaşamaya başlayınca Magnus, aslen İzlandalı olan ama Norveç Polisi için çalışan Arnar’ı (Björn Thors) yardıma çağırıyor bu kez... Kata, Arnar’ın gelişini kendine güvensizlik olarak algılasa da motivasyonunu kaybetmeden çalışmayı sürdürüyor. İlk başta pek anlaşamadığı soğuk ve donuk Arnar’la giderek daha iyi bir ikili oluyorlar. Ama sakın aklınıza romantik ya da komik şeyler gelmesin…

        ‘The Valhalla Murders’, o taraklarda bezi olmayan eski usul bir ‘Katil kim?’ polisiyesi. Dizi, Kata ile Arnar’ın ailevi sorunları ve mesleki sıkıntıları dışında hiçbir yan yola girmiyor.

        Kata, ergen oğlunun bir tecavüz suçuna karışıp karışmadığı konusunda kuşkular yaşarken evladını koruma duygusuyla vicdanı arasında sıkışıp kalıyor. Kata’nın kendi içinde yaşadığı bu çelişkiler, sonlara doğru olayların çözümünde onu daha tecrübeli bir polis haline getiriyor...

        Yıllar önce yaptığı bir usulsüzlüğü gizlemeye çalışan emekli polis memuruyla yaptığı konuşma sırasında Kata’nın, hem günah çıkardığı hem de istediği bilgiyi aldığı sahne özellikle dikkat çekici… Sonuçta, kendimizi ne kadar iyi anlarsak başkalarını da ancak o kadar iyi anlarız…

        Kata’nın mesleki ve özel hayatında yaşadığı krizlerden olgunlaşarak ve deneyim kazanarak çıkacağını hissediyorsunuz. Kata, neler yapacağını daha kolay tahmin edebileceğiniz bir karakter… Arnar ise esrarengiz biri. Soğukkanlı, katı ve donuk görünümüne rağmen duyarlı, merhametli olduğu anlaşılıyor ama öfke kontrolü başta olmak üzere onun da zayıf yanları var. Geçmişte ailesiyle çözümü zor, ağır sorunlar yaşadığı belli… Aslında, son bölümlerde dahi Arnar’ın sorunlarının kökeninde neler olduğunu tam olarak anladığımız söylenemez.

        ‘The Valhalla Murders’ta bizi asıl sürükleyen, Kata ve Arnar’dan ziyade diziye adını veren Valhalla ıslahevi ve orada yıllar önce yaşananlar oluyor… Yazının başında söz ettiğim ‘İskandinav polisiyesi’nin ruhunu asıl olarak Valhalla ve onunla bağlantılı olaylarda hissediyoruz.

        Karla kaplı ıssız düzlüklerin ortasındaki Valhalla, bu dünyadaki kötülüğün sınır tanımazlığını yüzümüze vuran, tekinsiz bir yer…

        Dizinin fikir babası ve 4 bölümün yönetmeni Thordur Pallson, 1940’lı yılların sonunda İzlanda’da benzer bir ıslahevinde yaşanan olaylardan esinlenerek yazmış senaryoyu. Seri cinayetleri ise hikâyeye kendisi eklemiş…

        ‘The Valhalla Murders’ın en sevdiğim yanı, 8 bölümlük süreyi gayet iyi kullanması oldu. Geçenlerde seyrettiğim Amerikan polisiyesi ‘The Outsider’ dahil birçok dizide gözlemlediğim bir zaaf bu…. Diziler bazen, gereksiz ayrıntılar ve yan öykülerle çok vakit kaybedebiliyor. Burada ise böyle bir sorun yok. Hikâye dikkatinizi dağıtmadan hedefine doğru hiç aksamadan ilerliyor. Altıncı bölümün sonundaki sürpriz gelişmeyle birlikte son iki bölümün heyecan ve temposunun yükselmesi, finali daha etkili kılıyor.

        ‘The Valhalla Murders’, gerilim ve aksiyonu yüksek tutmak için yer yer kaçma kovalamaca sahneleri gibi klişe numaralara girişse de ölçüyü kaçırmıyor. İnsan psikolojisine odaklanan ağır tempolu polisiyelerden değil. Dolayısıyla, çok derinleşemiyor ve öyle unutulmaz karakter portreleri çıkaramıyor ama bir İskandinav polisiyesinden beklenenleri veriyor.

        Kata’nın sıfır derecenin altındaki soğukta mütevazi bir montla hiç titremeden nasıl dolaşabildiğini, Arnar’ın sabah koşuları sırasında kapüşonlu bir ‘sweatshirt’le nasıl zatürree olmadığını pek anladığımı söyleyemem… İzlanda’da hissedilen soğuk sanırım daha farklı… Kaldı ki, birkaç sahne dışında, havanın soğuk olduğundan söz edildiğini pek hatırlamıyorum. Yönetmenler de o soğuğu bize hissettirmek için özel bir çaba sarf etmiyor ama kış mevsimi, bir dekor olarak filmin atmosferini belirliyor.

        İskandinav polisiyelerinin yükselişiyle küresel ısınma arasına bir bağ kurulabilir mi, bilmiyorum; ama karsız geçen kışların ardından bu dizilerdeki karlı manzaralar galiba iyi geliyor insana…

        Evde kalın, sağlıkla kalın…

        6.5/10

        Diğer Yazılar