Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İngiliz yapımı ‘Yorkshire Canavarı’ (The Ripper), belgesel türünde 4 bölümlük yeni bir mini dizi… 1975–1980 yılları arasında Leeds kentinin de yer aldığı West Yorkshire bölgesi ile Manchester’da, 13 kadının hayatını kaybetmesine yol açan seri cinayetleri konu alıyor.

        ‘The Ripper’ arşivlerden çıkarılan görüntü ve ses kayıtları üzerinden ilerliyor. Kurbanların yakınları, soruşturmaya katılan resmi görevliler, gazeteciler ve saldırıya uğrayıp hayatta kalanlarla yapılan söyleşiler, belgeselin bütününde önemli bir yer tutuyor.

        Öncelikle soruşturma sürecine odaklanan bir belgesel seyrediyoruz. Polisin yaptığı araştırma, nerdeyse tüm ayrıntılarıyla geliyor karşımıza. Bazı ipuçları bulunuyor, önemli gelişmeler yaşanıyor, farklı yöntemler deneniyor ama yıllar boyunca hedefe bir türlü ulaşılamıyor. Tüm bu süre içinde katil cinayet işlemekten vazgeçmiyor ve olay İngiltere’de giderek artan bir ilgiyle, kaygıyla takip ediliyor. Medya, 19. Yüzyıl İngiltere’sinin seri katili Karındeşen Jack’den (Jack the Ripper) esinlenerek katile Yorkshire Karındeşeni (Yorkshire Ripper) adını takıyor. Bir noktadan sonra toplumsal tepkiler başlıyor ve soruşturma, katili bir türlü yakalayamayan Yorkshire polis örgütü adına uzun süreli bir krize dönüşüyor.

        Her şey bittiğinde, belgeselin ana hedeflerinden birinin soruşturma sürecinde yapılan tüm hataları tek tek ortaya koymak olduğu anlaşılıyor ama Yorkshire polisini başarısız ilan etmek konusunda acele edilmiyor. Tam aksine, özellikle ilk iki bölümde polisin ortaya koyduğu çabalar, tarafsız ve nesnel olarak ayrıntılı şekilde belgeleniyor. Sonuçta yüzlerce polisin iğneyle kuyu kazar gibi çalıştığını görüyoruz. Sözgelimi bazı caddelerde dolaşan otomobillerin plakaları tek tek alınıyor; 5 sterlinlik bir banknotu takip ederek yüzlerce insanla yüz yüze görüşülüyor; lastik izleri üzerinden çok daha kapsamlı bir araştırmaya girişiliyor ve bilgisayarların henüz yaygınlaşmadığı bir çağda tüm bu bilgiler tasnif edip işleniyor.

        REKLAM

        Sonuçta, polisin yan gelip oturmadığını, tam aksine bulduğu ipuçlarını ısrarla takip ettiğini görüyoruz. Ama ilk bölüm dahil olmak üzere polisin olayı ele alış biçimini eleştirenlerin görüşlerine de sürekli yer veriliyor. Özellikle üçüncü bölümle birlikte polisin olaya bakış açısındaki temel yanlışlar daha çok sorgulanıyor. Dördüncü bölümde ise soruşturma sürecinde yapılan çok daha şaşırtıcı ve vahim hatalar ortaya konuyor… Üstelik sahada çalışan polis memurlarının değil, yöneticilerin bakış açısından kaynaklanan hatalar bunlar… Tüm bu yanlışların gerisinde Yorkshire polisinin seri katil soruşturmalarındaki deneyimsizliği ya da genel anlamda özensizliği, beceriksizliği kadar olayı ele alış biçimindeki sağlıksızlığı, daha doğrusu erkek bakış açısının tek yanlılığını görüyoruz.

        Fahişe diye damgalamaları mümkün olmayan kadınlar öldürüldüğünde ise katilin kurbanına fahişe sanarak saldırdığını açıklıyorlar. Kurbanları fahişe ve masum diye ikiye ayırıyorlar. Çözüm olarak tüm kadınlara karanlıkta tek başına sokağa çıkmamalarını tavsiye ediyorlar. Medya bu öneriyi destekleyerek geceleri tek başına sokağa çıkan tüm kadınların hayatlarını riske attığına dair haberler yapıyor. Çalışmaya devam eden seks işçilerinin polisin işini güçleştirdiği ima ediliyor.

        Böylelikle Yorkshire katilinin, bir süre sonra dolaylı yollardan da olsa bütün kadın düşmanlarının hayallerini gerçekleştirmeye yardım ettiğini görüyoruz. ‘Hava karadıktan sonra tek başına dışarı çıkamayan, sürekli erkeklerin korumasına muhtaç kadın’ fikri tüm topluma dayatılıyor. Özellikle West Yorkshire’da katil yakalanana kadar tüm kadınların böyle yaşaması isteniyor ve bu arada katil bir türlü yakalanamıyor.

        Kuşkusuz tüm bu olup bitenlere kadınlar da tepki gösteriyor. Yalnız başlarına sokağa çıkma özgürlüklerine indirilen bu darbeyi sorgulayıp gösteriler yapıyorlar. ‘The Ripper’, soruşturma süreci kadar olayın medyadaki ele alınış biçimini ve olayın sosyal yansımalarını da getiriyor karşımıza.

        Son iki bölümde öyle tanıklar çıkıyor ki polisin tek başlarına sokakta yürüyen kadınlara yönelik saldırılar konusunda aslında en başından beri çok duyarlı ve ilgili olmadığını anlıyoruz. ‘The Ripper’ ilk bölümlerinden itibaren asıl sorunun erkeklerin egemenliğindeki bir toplumsal yapıdan kaynaklandığını hissettiriyor. Kaldı ki, polislerin, gazetecilerin çoğunlukla erkek olduğu bir dünyada geçiyor tüm olaylar. Polis ‘fahişe cinayeti’ diyor, gazeteci öyle yazıyor ve kimse bunu sorgulamıyor… O yıllarda işe başlayan genç bir kadın muhabir soruşturmanın dosyasını FBI’dan üzerinden getirtip inceleyene kadar bazı kurbanların fahişelikle ilgisi olmayan, sadece geceleri eğlenmeye çıkan kadınlar olabileceğini kimse düşünmüyor mesela…

        Sonuçta yaşanan tüm olaylar kadın düşmanlığının gelenekselleştiği, içselleştirildiği bir toplumda gerçekleşiyor… Seri katilin toplumdaki ‘kadın düşmanlığı hastalığı’nın ve geleneksel erkek şiddetinin bir parçası olduğunu kabullenmek yerine akıl hastası olabileceği fikrinin üzerine gidilmesi de aynı yaklaşımın sonucu…

        ‘The Ripper’, meramını kolaycı yaklaşımlardan ve spekülasyonlardan uzak durarak sabırla, özenle anlatan bir belgesel… Her şey bittiğinde bütün bir soruşturma sürecinin baştan sona nasıl eril bir bakış açısıyla yürütüldüğünü gayet net şekilde gösteriyor. Soruşturmanın kötü yönetilmesinde belirli ipuçlarına takılı kalmak kadar bu erkek bakış açısının da payı var

        REKLAM

        ‘The Ripper’ 1975-1980 arasındaki dönemi sadece kadın düşmanlığı açısından değil, İngiltere’de yaşanan ekonomik krizle de anlatıyor. Seks işçiliğine yönelen kadınları, çok daha geniş bir sosyal panoramanın içinde gösteriyor. Leeds ve civarında çöken ağır sanayi sonrasında bölgede büyük bir işsizlik başlıyor. Parası olanlar bölgeyi terk ettikçe yoksulluk artıyor, işçi mahalleleri tekinsiz yerlere dönüşüyor… Petrol fiyatlarının yükselmesi sonrasında gelen enflasyonla birlikte ekonomik kriz derinleşiyor ve süreç, neoliberal Thatcher’ın iktidara gelişiyle son aşamasına varıyor. Yorkshire katili işte böylesi karmaşık ve zor bir dönemde ortaya çıkıyor.

        Finale doğru ‘Nerdeyse 40 yıl geçmesine rağmen Yorkshire’ın hâlâ unutamadığı bir olay’ deniyor. Buna karşılık, İngiltere dışında unutulduğunu söylemek mümkün. Belgeseli hazırlayanlar bunu hesaba katarak merak öğesini sürekli ayakta tutan, olayları kayıtlara geçen ilk vakadan başlayarak kronolojik olarak anlatan bir diziye imza atmışlar. Bölümler arasında sabredip internetten tarih araştırması yapmazsanız sonuna kadar büyük bir ilgi ve heyecanla seyretmeniz mümkün.

        Özellikle mini belgesel diziler konusunda uzman olan Jesse Vile ve Ellena Wood’un imzasını taşıyan ‘The Ripper’, belgesel estetiği konusunda belki çok iddialı değil ama arşiv görüntüleri, röportajlar ve nadiren kullanılan aktüel çekimler saat gibi işleyen bir kurguyla birleştiriliyor. Gecenin içinde giden bir otomobilin sağ ön lastiğinin yakın çekimleri dizi boyunca, seri katilin varlığını hissettiren bir imge olarak kullanılıyor. İki yönetmen de aktüel çekimlerle canlandırmalar yapmak yerine her şeyi arşiv görüntüleriyle anlatmayı tercih ediyor. Ayrıca katili dizinin yıldızı yapmamak için özel ve anlamlı bir çaba gösterdiklerini düşünüyorum. Onu toplumdaki kadın düşmanlığının bir yansıması olarak silik ve zayıf bir figür olarak çizmeleri, açıkçası dizinin konseptini güçlendiriyor.

        Netflix menüsüne 16 Aralık’ta dahil olan ‘The Ripper’i sadece belgesel suç dizilerini takip edenlere değil polisiye türünü sevenlere ve İngiltere’deki kadın hareketinin olaya gösterdiği ders niteliğindeki tepkiyi görmek isteyenlere de öneririm…

        7/10

        Diğer Yazılar