Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Son yıllarda DC Comics resimli romanlarından uyarlanan süper kahraman filmleriyle öne çıkan Zack Snyder’ın zombilerle olan bağı, 2004 yapımı ilk uzun metrajı ‘Ölülerin Şafağı’na (Dawn of the Dead) kadar gider. Snyder, türe olan ilgisini hikâyesini kendi yazdığı ‘Ölüler Ordusu’ (Army of the Dead) ile sürdürmek ister. Proje 2007’de açıklanır ama 2019’da Netflix devreye girene kadar yıllarca hayata geçirilemez.

        Snyder’ın ilk zombi filmi ‘Ölülerin Şafağı’, George A. Romero’nun aynı adlı filminin yeniden çevrimidir. Anlatımıyla değil ama öyküsü itibarıyla ‘Romero tarzı’nda bir zombi filmidir.

        90 milyon dolarlık bütçeli ‘Ölüler Ordusu’ ise daha başka bir yerden, Hollywood tarzı çağdaş zombi filmleri ekolünden geliyor. Kaldı ki, jenerik ve hemen öncesindeki açılış sahnesi, Snyder’ın eski usul bir zombi filmi çekmek istemediğinin açık kanıtı.

        Gerilimin ironik diyaloglarla buluştuğu açılış sahnesinde, ABD ordusunun taşıdığı ‘gizemli kargo’nun kaza sonucu yola düştüğünü görürüz. Korkunç ve kanlı olayların yaşandığı sahne, Las Vegas’ta yaşanan zombi felaketinin kaynağına, yani her şeyin başladığı noktaya götürür bizi. Dahası, ‘canavar’ın gücünün büyüklüğünü ve öldürülmesinin zorluğunu anlarız. Gece geçen karanlık bir sahnedir bu…

        REKLAM

        Elvis Presley’in meşhur ettiği ‘Viva Las Vegas’ (Yaşasın Las Vegas) şarkısı eşliğinde seyrettiğimiz, video klipleri andıran o uzun jenerik ise Las Vegas’ın renkli, canlı ve aydınlık dünyasında geçer. Her biri resimsel olarak çok iyi tasarlanan kadrajlardan oluşan ‘ağır çekim’lerde olayların çoktan kontrolden çıkmış olduğunu görürüz. Üstsüz şov kızlarının saldırısıyla birlikte kan gövdeyi götürmeye başlar. Sonra kahramanlarımızı tanırız. Elektrikli testereleri ve silahlarıyla insanları korurken, yüzlerce zombiyi nasıl ‘etkisiz’ hale getirdiklerine tanık oluruz. Şarkının duygusuyla yaşanan şiddet arasındaki kontrast çarpıcıdır. İroni kadar hüzün de vardır. Her şey bir yana, Amerikan kapitalizminin mabedi Las Vegas’ın elden gidişini izleriz aynı zamanda… Zombilerin hedefi Las Vegas üzerinden Amerikan yaşam biçimidir sanki. Hedeflerine ulaştıklarını da görürüz. ABD ordusu, şehri zombilere terk ederek Las Vegas’ın çevresine konteynırlardan bir ‘duvar’ örer.

        Şehrin dışında mülteci kamplarını andıran bir karantina bölgesi kurulur. Trump ABD’sinin ayrımcı ve ırkçı ruhunu yansıtan kamp sahnesi, filmin politik alt metinlerini belirginleştirir. Televizyondaki yorumcu, devletin zombiler kadar muhalifleri ve göçmenleri de hedeflediğini söyler. İleriki sahnelerde kamptaki devlet terörünü hissederiz. Bu arada, hükümet, 4 Temmuz Ulusal Bayramı’nda şehri bombalayarak soruna nihai çözüm getirmeyi planlamaktadır.

        Filmin hikâyesini şekillendiren asıl dramatik düğüm ise milyoner Bly Tanaka’nın (Hiroyuki Sanada) Las Vegas kumarhanelerinden birinin kasasında duran 200 milyon doları alıp getirmesi için Scott Ward’a (Dave Bautista) teklif götürmesiyle atılır. Jenerikte sıra dışı kahramanlıklarını gördüğümüz Ward, fast-food restoranında çalışan parasız pulsuz biridir. Trajik bir öyküsü vardır. Salgın sırasında eşini kaybetmiş ve karantina kampında gönüllü olarak çalışan kızı Kate’den (Ella Purnell) uzaklaşmıştır. Kendisi gibi maddi manevi anlamda kaybedecek çok fazla şeyi olmayan bir grup maceraperesti bir araya getirmesi zor olmaz. İlk olarak aralarında duygusal bir yakınlık olduğunu hissettiğimiz Maria (Ana de la Reguera) ve sıkı bir zombi avcısı olan Vanderobe’a (Omari Hardwick) gider.

        Böylece kendimizi bir anda ‘soygun için ekip toplanır’ hikâyesinin içinde buluruz. Benzerlerini daha önce defalarca seyrettiğimiz bir hikâye kalıbıdır bu… ‘Para için hayatını ortaya koyan bu paralı askerler ordusu’, ikibinli yılların ‘The Expendables’ (Cehennem Melekleri) serisinden başlayarak 1980’lere kadar giden birçok aksiyon filmini getirir akla.

        ‘Ölümcül tehlike içeren bölgelerde sınırlı zaman içinde gerçekleştirilen operasyonu’ anlatması itibarıyla ‘New York’tan Kaçış’la (1981) başlayan ve son olarak ‘Peninsula’da (2020) örneğini gördüğümüz bir başka geleneğin de parçası ‘Ölüler Ordusu’…

        REKLAM

        Filmin uzun süren girizgâh bölümünde ustalığını gösteren, beklentilerimizi yükselten yazar ve yönetmen Zack Snyder’ın, genel olarak zombi türüne ve söz konusu diğer alt türlere ne gibi yenilikler getirdiğini soracak olanlara olumlu bir yanıt vermem imkânsız. Hatta tam tersine, Snyder’ın ekibin toplanması sahnelerinden başlayarak filmini vasat klişeler bataklığına doğru sürüklediğini düşünüyorum. Özgün bir fikir olsa bile soygun ve zombi filmlerinin harika şekilde birleştirildiğini söylemem zor

        Snyder’ın karakterlerini resimli roman figürleri gibi öncelikle görsel olarak düşünüp tasarladığı kesin. Tehlikeli operasyonlar konusundaki acemiliğini ve endişelerini hiç saklamayan Alman kasa hırsızı Ludwig Dieter’in (Matthias Schweighöfer) naif kişiliğiyle filme getirdiği mizah duygusunu dışarıda tutarsam, diğer karakterleri renkli ve eğlenceli bulduğumu söyleyemem. Ekibin bıçkın rehberi Fransız Lilly (Nora Arnezeder) gizemli, sürprizli bir karakter. Ne var ki, başta ‘yumuşak kalpli sert adam’ Scott Ward ile ‘sürekli sinirli görünen aşırı fedakâr’ Kate olmak üzere diğer karakterleri ilgiye değer bulduğumu söylemem mümkün değil. Scoott ile Kate arasındaki baba – kız ilişkisi dahil aralarındaki çatışmalar, sorunlar, duygular, ihanetler ve olayların varacağı yer öylesine tahmin edilebilir ki ‘Ölüler Ordusu’nu karakterlerle güçlü duygusal bağlar kurarak izlemek açıkçası biraz zor.

        Filmin adını koyarken Sam Raimi’nin 1992 yapımı ‘Army of the Darkness’inden esinlenen Snyder, öteden beri göndermeleri, alt metinleri seven bir yazar ve yönetmen. ‘Ölüler Ordusu’nda da dileyen seyirciler, İncil’deki ‘Mahşerin Dört Atlısı’ndan Joseph Campbell’e, hatta Wagner’in ‘Götterdämmerung’ operasına kadar uzanan göndermeleri keşfedebilir. Las Vegas şehrini de unutmamak gerekiyor. Yeri gelmişken, dijital efektlerle eski usul set kurma tekniğinin birleştiği savaş sonrası Las Vegas dekorunun filme sağlam bir görsel karakter kattığını belirtelim.

        Snyder’ın filmin sadece görsel konseptini değil alt metinlerini de savaş sonrasındaki yıkık dökük Las Vegas üzerinden kurduğu kesin. Çölün ortasında sıfırdan kurulan bir kumarhaneler kenti olan Las Vegas, Amerikan rüyasının simgelerinden biridir. Snyder bu rüyayı yerle bir etmek için yola çıkıyor. Las Vegas, kendi aralarında sözsüz iletişim kurabilen, zeki ve atletik alfa zombilerin yaşam alanı haline geliyor. Çok kolay avlanan boş beyinli diğer zombilere hiç benzemeyen alfaların liderinin (Richard Cetrone) adı tanıtım bültenlerinde Zeus olarak geçiyor. Olimpos Dağı adlı otelin önündeki Zeus heykeline dikkatle bakmasından geliyor bu isim. Kökeni belli değil ama ona derin devletin biyolojik silah projesi olarak bakmak mümkün. O yüzden Zeus’un ABD’den intikam almak istemesi şaşırtıcı değil.

        Las Vegas’ın zombilerin eline geçmesinin filme ekstra bir derinlik ve anlam getirdiğini söylemem zor. Snyder’ın belli ki asıl hedefi, televizyon dizileri, video oyunları ve aynı mekânda geçen başka filmlerle markalaşan bir zombi serisi yaratmak… Kaldı ki, daha şimdiden animasyon televizyon dizisinin çalışmaları sürüyor. Alman kasa hırsızı Ludwig Dieter’in geçmiş hikâyesini anlatan, Matthias Schweighöfer imzalı sinema filminin yolda olduğu da biliniyor.

        Snyder’ın zihninden çıkan bu ‘hayali zombi evreni’nin nereye gideceğini bilemem. Benim için kesin olan, her şeyi başlatan ilk filmin öykü kalitesi, karakter derinliği ve hikâye örgüsü açısından bir hayal kırıklığı olduğu…

        İşte bu yüzden geriye sadece aksiyon ve gerilim kalıyor. Ama Snyder ve ekibinin bu konuda kötü iş çıkardığını düşünmüyorum. Tam aksine, ekibin Las Vegas’a girmesiyle gerilim ve çatışma sahneleri filme sağlam bir omurga veriyor. Snyder, tecrübeli bir aksiyoncu olarak sahnelerin farklı özellikler taşıması gerektiğini iyi biliyor. Bu arada, aksiyondan kastım tabi ki çatışma sahneleri. Snyder, fiziksel gücün öne çıktığı yumruklu dövüşler dahil filmin ‘aksiyon menüsü’nü zengin tutuyor. Gerilim öğesinin dışında çok nadir olarak mizahı da devreye alıyor. Özellikle gürültülü ve canhıraş bir çatışma sahnesinin ardından asansörde dinlediğimiz Culture Club şarkısı ‘Do You Really Want to Hurt Me’ şarkısı çok komik bir detay. Gerçi o da pek özgün bir buluş değil ama sonuçta iyi geliyor.

        ‘Ölüler Ordusu’, karakterlerin yüzlerce zombiyi öldürdüğü; kandan, şiddetten hiç sakınmayan; bol özel efektli ve gösterişli aksiyon filmlerini sevenlere hitap ediyor öncelikle… Zombi türüne özel ilgisi olanların da kaçırmaması gerekiyor. ‘Galaksinin Koruyucuları’nda mizahi yanıyla seyirciyi tavlayan Dave Bautista’nın Arnold Schwarzenegger, Sylvester Stallone gibi kaslı erkekleri hatırlatan bir imaja sahip olması itibarıyla 1980’ler tarzı aksiyonları sevenlerin de ilgisini çekebilir. Ama hikâye kalitesi, karakter derinliği arayanların beklentilerini düşük tutmalarını öneririm.

        Son olarak, özel yapım bir Red Digital Cinema kamerayla çekilen filmin görüntü yönetmenliğini bizzat Zack Snyder’ın yaptığını ve Snyder’ın açılış sahnesi dahil bazı sahnelerde arka fonu bulanık bırakmayı tercih eden bir tarz tutturduğunu belirtelim. Netflix’te seyredebilirsiniz.

        5.5/10

        Diğer Yazılar