Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İkibinli yıllara şöyle bir baktığımızda ‘kıyamet korkusu’ etrafında dönen filmlerin sayısının hiç de az olmadığını görmemiz mümkün. Gişelerde başarılı olmasalar, yapımcıların peş peşe kıyamet filmi çekeceğini pek sanmıyorum. Peki ama seyircilerin bu filmlerden hâlâ bıkmamasını neye bağlayabiliriz?

        Kıyamet filmlerine yönelik ilginin adresi olarak küresel iklim değişikliği gösterilebilir. Gerçi insanların çoğunun küresel ısınmaya karşı çok duyarlı olduğu iddia edilemez; ama bilim insanlarının yaptığı uyarılar, iklim değişikliğinin dünyanın her yerinde görülmesi ve kötü alametlerin göz ardı edilmesi zor. Tüm bunların hepimizin bilinçdışında bir kıyamet korkusu olarak derinliğine yer ettiği söylenebilir.

        Öte yandan, küresel iklim değişikliğinden önce de kıyamet filmlerinin var olduğu düşünüldüğünde, başka olasılıklar üzerinde durmak gerekiyor. Uygarlığın bitmesiyle neler olacağı sorusunun, sinema sanatının her zaman ilgisini çektiğini görüyoruz. Kaldı ki, kıyamet korkusu karşısında insan doğasını incelemenin, sinemacıların vazgeçilmez konularından biri olduğu kesin. Yasaların devreden çıktığı ve devlet otoritesinin bittiği noktada neler olacağı sorusu ile ailemizi, yakınlarımızı nasıl koruyacağımız kaygısının genelde hep iç içe işlendiğini de biliyoruz.

        REKLAM

        Türe olan ilginin pandemide düşüşe geçtiğini, insanların artık böyle filmler seyretmek istemediğini iddia etmek pek kolay değil. ‘Yarımada’ ve ‘Sessiz Bir Yer 2’ gibi filmlerin gişelerdeki performansı, pandeminin kıyamet öykülerine ilgiyi pek düşürmediğinin göstergesi.

        Gregory Poirier’in kısa öyküsünden yönetmen Mark Raso ve kardeşi Joseph Raso tarafından filme uyarlanan ‘Awake’ de her şeyiyle kıyamet korkusunu işleyen bir film. Güneşteki patlamalar sonucunda gündüz vakti aniden ‘bir şey’ oluyor ve tüm dünyada elektrikler kesiliyor, elektronik araçlar çalışmaz hale geliyor. Filmin başından itibaren iki çocuk annesi Jill Adams’ı (Gina Rodriguez) takip ettiğimiz için dünyada neler olup bittiğini pek göremiyoruz. Ertesi gün, Jill olaydan sonra hiç kimsenin uyuyamadığını, uyuyabilen tek kişinin de ordu denetiminde kurulan bir merkeze götürüldüğünü öğreniyor. Jill, küçük kızı Matilda’nın (Ariana Greenblatt) gece mışıl mışıl uyuduğunu hatırlayınca filmin asıl hikâyesi şekillenmeye başlıyor.

        Öte yandan, uykusuzluğun ölümcül sonuçları olacağını öğreniyoruz. Daha kötüsü ise uykusuz kalanların daha ilk günden saldırganlaşmaya başlamaları. … Eski bir asker olan Jill, işte böyle bir ortamda kızı Matilda ve ergen oğlu Noah (Lucius Hoyos) için en iyisinin ne olacağına karar vermeye çalışıyor.

        Kitlesel uykusuzluğun dünyayı felakete doğru götürmesi, kuşkusuz fena çıkış noktası değil. Özellikle de insanların zombilere dönüştüğü bunca kıyamet filminin ardından en azından yeni bir fikir… Üstelik, Jill’in uyuyabilen kızının geleceğiyle ilgili vereceği karar da hikâyeyi zenginleştirme potansiyeli taşıyor.

        Ordu görevi sırasında tanık olduğu işkence gibi medikal deneylerin kötü hatıralarını üstünden atamayan Jill, Matilda’yı soruna çare arayan bilim insanlarına emanet etmek istemiyor. Buna karşılık, oğlu Noah’ın söylediği gibi herkesin öleceği bir dünyada Matilda’nın tek başına kurtulmasının çok zor olduğunu da biliyor. Dolayısıyla, çıkış noktası olarak ilgiye değer bir hikâye var.

        REKLAM

        Ne var ki, ‘Awake’in bir hikâye olarak taşıdığı potansiyelin yeterince iyi kullanabildiğini düşünmüyorum. Her şeyden önce, ilk baştan itibaren müthiş bir acelecilik ve telaş var nedense. Yönetmen Mark Raso, nefes nefese ilerleyen bir gerilim filmi çekeyim derken kantarın topuzunu kaçırıyor, film hiçbir konuda derinleşemiyor.

        İyi kıyamet öykülerinin çoğu, ana karakterin yeni şeyler keşfettiği ruhani bir yolculuk gibi tasarlanır. ‘Awake’de ise panik ve korkudan başka bir şey yok. Ayrıca can alıcı karakter çatışmaları kurulamıyor; öykü ilginç şekilde gelişemiyor. Çünkü ana karakterin hedefine hep çok uzak olduğunu ve yaptığı planların pek işe yaramayacağını en baştan hissediyoruz. Sadece bir mucize bekliyoruz. Oysa bu tür filmlerde mucize beklentisinden ziyade umut ışığı ve çıkış yolu arayışı daha önemlidir. Ana karakterle daha iyi özdeşleşmemizi sağlar, gerilimi artırır. Oysa Jill, Matilda’nın geleceğini kurtarma konusunda o kadar çaresiz ki, ona sadece acıyor ve duygusal bağ kurmakta giderek zorlanıyoruz. Kaldı ki, bir yerden sonra öyle bir çıkışsızlık oluşuyor ki Jill’in alacağı kararın doğru ya da yanlış olmasının bile pek önemi kalmıyor.

        Film her şeye çözüm bulan, ahlaki açıdan mükemmel bir kahramana sahip değil. Açılış sahnesinde Jill’in ekstradan üç beş kuruş kazanmak için işini kötüye kullandığına tanık oluyoruz mesela… Geçmişte uyuşturucu sorunu olması ve çocuklarının velayetine sahip olmaması da ayrı sorunlar. Tüm bunlar filmin dramatik kalitesini artıracak özellikler. Belli ki hedef seyirci olarak Jill’e güvenip güvenmemek konusunda kafamızı karıştırmak. Oğlu Noah da ona pek güvenmiyor zaten.

        Sonuçta, tüm bu durumların oluşturacağı dramatik açmazlar, filmi daha ilgiye değer hale getirebilir. Ama hikâye Jill’i sorgulayacağımız şekilde gelişmeyince, tam aksine kısa sürede tam bir aksiyon kahramanına dönüşünce, hiçbir işe yaramıyorlar.

        İlk bölümde karşımıza çıkan tövbekâr papaz (Barry Pepper), çocukların yasal vasisi Doris (Frances Fisher) gibi bazı yan karakterler süratle ortadan kaybolurken sürekli yenileri ortaya çıkıyor. Ama Jennifer Jason Leigh’nin canlandırdığı Dr. Murphy dahil olmak üzere hiçbiri öyküye renk ve canlılık getiremiyor.

        Çok çaresiz bir ana karakter, ne yapacağını bilemeyen iki çocuk, filme iz bırakmadan girip çıkan yan karakterler ve son derece umutsuz çözüm arayışları… ‘Awake’, sürpriz finali dışında açıkçası etkileyici olamayan bir film. Dikkatli seyirciler, finaldeki gelişmenin ipuçlarının bazı sahnelerde önceden verildiğini fark edebilir. Yönetmen Mark Raso’nun filmin açılış ve final sahnesinde aynı yansıma imgesini kullandığını görmek de mümkün. Yeri gelmişken, Raso’nun özellikle final çekiminde iyi iş çıkardığı söylenebilir. Otomobil kazası sahnesindeki uzun çekimi de çok beğendim.

        23 dakikalık ‘Under’ ile ‘Öğrenci Oscar’ı dahil birçok ödül kazanan, festivallerde gösterilen ‘Copenhagen’ (2014) ve ‘Kodachrome’ (2017) gibi iki uzun konulu filmiyle tanınan Mark Raso’yu, 90 dakikalık akıcı ve tempolu bir gerilim filmi çıkarma konusunda aslında hiç başarısız bulmadım. Uykusuz kaldıkça paranoyaklaşan insanların gerçeklik algısı nasıl bozuluyorsa filmin anlatımını da ona göre değiştiriyor mesela… ABD’de daha çok yaptığı seslendirmelerle tanınan Gina Rodriguez dahil oyuncular da ellerinden geleni yapıyorlar ama ‘Awake’, duygusal olarak bana dokunabilen bir film olmadı açıkçası. Kendine özgü çıkış noktalarına sahip olmasına rağmen bir kıyamet öyküsü olarak yeni şeyler söylemeyi de başaramıyor.

        Bana kalırsa, öykünün en hoş yanı, uykunun güzelliği ve değerini bir kez daha hatırlatması ama Mark Raso ne yazık ki onu da aceleye getiriyor.

        Sonuç olarak, yeni film sıkıntısı çektiğimiz ve dört gözle sinemaların açılmasını beklediğimiz şu günlerde ‘Sürükleyici bir gerilim filmine hayır demem’ diyenler Netflix’te seyredebilir.

        5/10

        Diğer Yazılar