Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        1992 yapımı ‘Candyman’ (Şeker Adamın Laneti), dönemin ilgiye değer korku filmlerinden biri olarak anılır. Bir yanıyla, 1980’lerden itibaren örneğini çok gördüğümüz, psikopat katillerin peş peşe insan öldürdüğü korku filmleri geleneğine bağlıdır. Bir yanıyla da doğaüstü şehir efsanesinden yola çıkması ve canavarın beyazların kurbanı bir siyah olması itibarıyla türün diğer örneklerinden ayrışır. Hikâyenin Chicago’da Afrika kökenli Amerikalıların yaşadığı Cabrini-Green adlı toplu konutlarda geçmesi dikkat çekicidir.

        2021 yapımı ‘Candyman’ de yıllar içinde kentsel dönüşüme uğramış Cabrini-Green’de açılıyor. İlk bakışta 1992 yapımı filmden hatırladığımız semtle ilgisi yok gibi görünüyor. 1995’te yıkılan toplu konutların yerinde şık ve yüksek binalardan oluşan rezidanslar yükseliyor.

        Şeker Adam efsanesi dahil geçmişin tüm izlerinin silinmeye çalışıldığı ve bunda belirli ölçülerde başarılı olunduğu açık. Öyle ki, bölgedeki lüks dubleks daireye yeni taşınan sanatçı Anthony McCoy (Yahya Abdul-Mateen II) ile kız arkadaşı küratör Brianna Cartwright’ın (Teyonah Parris), semtin geçmişi ve Şeker Adam efsanesinden haberleri dahi yok. Anthony McCoy, Brianna’nın erkek kardeşinden dinlediği hikâyeye ilk başta çok fazla tepki vermiyor. Ama bir süre sonra yeni eserleri için aradığı esin kaynağını Cabrini-Green’in geçmişinde ve Şeker Adam efsanesinde aramaya başlıyor. Bölgenin henüz yıkılmayan ama terk edilen bölgesindeki iki katlı evlerde dolaşırken karşılaştığı çamaşırhane sahibi William Burke (Colman Domingo), Şeker Adam efsanesine dair anlattıkları ve çocukken yaşadığı kişisel deneyimlerle McCoy’un önünde yeni kapılar açıyor. McCoy, hikâyenin 19. Yüzyıl sonlarına kadar uzanan kökenlerine indikçe sanatı için adeta bir maden bulduğunu fark ediyor.

        REKLAM

        Sonuçta efsanenin beyazların siyahlara uyguladığı şiddet ve Afrikalı Amerikalıların şehrin merkezinin dışında kalan gettolara doğru itilmesiyle ilgili olduğunu kavrıyor. Toplu sergide yer alan, konuyla ilgili ilk eserini insanların kendilerini görebileceği bir ayna imgesi üzerinden kuruyor. Ziyaretçileri şehir efsanesi konusunda uyarıyor ve ayna karşısında beş kez üst üste adı tekrar edilirse Şeker Adam’ın ortaya çıkacağını söylüyor.

        McCoy’un eserinin ilk kez sergilendiği günün gecesinde doğaüstünün devreye girmesi, yani Şeker Adam’ın yeniden sahneye çıkmasıyla birlikte, 2021 yapımı ‘Şeker Adam’ın Laneti’ ‘şehir folkloru’ analizi ile korku gerilimi birleştiriyor ve finale kadar aynı güzergahtan sapmadan devam ediyor.

        ‘Şeker Adamın Laneti’nde bakması zor çok kanlı şiddet sahneleri var. Rahatsız edici bir bedensel dönüşüm sürecini ele alması itibarıyla ‘biyolojik korku’ adı verilen alt türü hatırlatan sahneleri de unutmayalım. Özetle korku unsuru, vahşet içeren cinayet görüntüleri, yani grafik şiddet üzerinden gelişiyor. İlk saldırı dışında her seferinde ne olacağını biliyorsunuz. O yüzden eski usul gerilimle pek ilgisi olmayan, daha çok 1980’lerde rüştünü ispatlayan ‘teen-slasher’ tarzında bir film bekliyor sizi.

        Sonuçta, şiddetin geri tepmesiyle ilgili bir film seyrediyoruz. ‘Halloween’ veya ‘Texas Chainsaw Massacre’ serilerinde olduğu gibi şiddetin kökeni akıl hastalığı değil. Daha çok ‘Nightmare on Elm Street’i akla getiren, doğaüstüyle birleşen bir intikam motifi var.

        Açılışta yapımcı şirket logolarının ters yansımalarının gösterilmesinden itibaren bütün filme damga vuran ayna metaforunu unutmamak gerek. McCoy için ayna, içindeki şiddetin yansıması anlamına geliyor. Aynı zamanda ırkçı şiddetin tersine dönmesi de var tabi ki… Şeker Adam sadece doğa ötesinden değil, ABD’nin kanlı geçmişinden geliyor ve beyazların siyahlara uyguladığı şiddet, aynadan yansıyarak beyazlara dönüyor…

        Ayna metaforunun bir başka yanıyla filmdeki sanat ve sanatçı temasını içerdiği söylenebilir. Sanatsal kariyerinde çıkmaza giren McCoy, Cabrini-Green’in geçmişini ve şehir efsanesini anlatan eserler yaptıkça gettonun öyküsünün ve Şeker Adam’ın aynanın dışına yansıdığını görüyoruz. Şeker Adam bir süre sonra McCoy için değişim – dönüşüm sürecini başlatıyor. McCoy, Şeker Adam’la birlikte kendi geçmişini de keşfetmek zorunda kalıyor.

        Filmde sanatın iki boyutu var: McCoy’un Chicago sanat dünyasında yükselme hırsı belirli bir noktadan sonra marazi bir yan taşımaya başlıyor. ‘Adımı Söyle’ adlı eserinin cinayetlerle birlikte anılmasının ve medyada ilgi görmesinin onu rahatsız etmediğini, tam tersine ilgiden memnun olduğunu görüyoruz. Ama bir süre sonra, kendisi de eserlerinin tetiklediği doğaüstü şiddetin bir parçası haline geliyor, sadece bir sanatçı olarak kalamıyor ve kaçınılmaz bir değişim yaşamaya başlıyor.

        Sanatın iyileştirici boyutunu ise filmin ilk bölümlerinden itibaren karşımıza çıkan gölge oyunu sahnelerinde görüyoruz. Siyahların maruz kaldığı şiddetin film boyunca gölge oyunuyla yansıtılması dikkat çekici. Buna karşılık, Şeker Adam’ın beyazları nasıl öldürdüğü tüm açıklığıyla gösteriliyor. Şeker Adam, beyazların kölelik döneminden bu yana uyguladığı ırkçı şiddetin özündeki korkuyu yansıtan bir figür sonuçta. McCoy’un da süreç içinde sanatıyla siyahlara yönelik beyaz bakış açısını yansıtan bir ayna haline geldiğini unutmamak gerek. Naif sanat estetiğini yansıtan gölge oyunu sahneleri ise tüm bunlara görsel bir alternatif adeta. Geçmişin acılarına sanatla ama belirli bir duygusal mesafeden bakmayı öneriyor.

        ‘Şeker Adam’ın Laneti’nde korku türü kapsamına giren devam filmlerinde pek görmediğimiz entelektüel bir çaba var. Sadece bir devam hikâyesi yok karşımızda. Efsanenin parçası haline gelen ilk filmin öykü örgüsünü farklı şekilde analiz eden yeni bir yorum seyrediyoruz. Senaryo ilk filmin özünde yatan parlak fikirleri ortaya çıkarırken beyaz bakış açısı dahil zayıf yanlarını yok etmeyi ihmal etmiyor.

        REKLAM

        Projenin ardında ‘Get Out’, ‘Us’ gibi iki filmiyle tanıdığımız Jordan Peele’in olduğunu öğrenmek, kuşkusuz şaşırtıcı değil. Filmin yapımcılarından biri olan Peele’in, yönetmen Nia DaCosta ve Win Rosenfeld ile yazdığı senaryo öncelikle politik yanıyla öne çıkıyor. Alt metin diyemeyeceğimiz netlikte, üst katmanda görünen bir politik boyuttan söz ediyorum. Irkçılık, gettolaşma gibi bütün konular filmde açık açık dile getirilip konuşuluyor zaten. İnşaatı 1958’de bitirilen ve 1970’lerde suçun, yoksulluğun, eşitsizliğin ve ayrımcılığın simgesi haline gelen Cabrini-Green’de yaşanan kentsel dönüşümün geçmişteki acıları, günahları silip yok edemeyeceği vurgulanıyor. Özetle film, ABD’deki ırkçı şiddet sürdükçe Şeker Adam’ın asla ortadan kaldırılamayacağı ana fikri üzerinden gelişiyor baştan sona…

        Filmin bence en etkileyici anı, beyaz polislerin peşine düştüğü Şeker Adam’ın duvarın içinden çıktığı geçmişe dönüş sahnesi… Önce korkuyoruz ama aynı sahne daha ileride başka bir bağlamda karşımıza çıktığında örneklerini günümüz ABD’sinde de sıklıkla gördüğümüz polis şiddeti geliyor aklımıza. Korkunun yerini başka duygular alıyor.

        2018’de ‘Little Woods’ ile dikkat çeken Nia DaCosta’nın sadece bir korku filmi değil, sanat ve sanatçı üzerine bir film çektiğini aklından hiç çıkarmadığı belli. Görüntü yönetmeni John Guleserian ile birlikte baştan sona çok özenli bir iş çıkarıyorlar. Kadraj düzenlemeleri, renkler ve prodüksiyon tasarımı dikkat çekici. Özellikle 1991 yapımı ilk filmin korku estetiğine taban tabana zıt bir görsel şıklık var. Bu şıklık kentsel dönüşümle gelen rezidanslardan, Chicago sanat dünyasından ve McCoy’un sanatçı kişiliğinden geliyor. Asıl hedef hiç kuşkusuz cinayet sahnelerindeki kanlı vahşetle filmin görsel şıklığı arasındaki kontrast… İlk filmdeki mahalle nasıl kentsel dönüşüme uğradıysa anlatım da benzer bir dönüşümü yansıtıyor.

        ‘Şeker Adam’ın Laneti’, İtalyan yönetmen Luca Guadagnino’nun yönettiği 2018 yapımı yeniden çevrim ‘Suspiria’yı hatırlattı bana. O da 1977 yapımı orijinal filmin yeni bir yorumuydu ve görsel olarak çok özenliydi. Ama orijinal filme oranla her anlamda fazlalıklarla doluydu. ‘Şeker Adam’ın Laneti’nin orijinal filmle ilişkisi ise daha dürüst geliyor bana. Bir devam öyküsü anlatması ve ilk filmi ‘temize çeken’, yeniden anlamlandıran yanlarıyla Suspiria’ya oranla daha çok sevdim.

        Her şey bir yana, McCoy’un şeytanla anlaşan Doktor Faust’u hatırlatan hikâyesinin de ilgiye değer olduğunu düşünüyorum. Bir sanatçı filmi olarak görebiliriz çünkü politik boyutun yanı sıra Yahya Abdul-Mateen II’nin oyunculuğuyla işin dram tarafı da yürüyor.

        ‘Şeker Adam’ın Laneti’ sadece korku gerilim sevenlere hitap etmiyor. Özellikle ‘art-house’ ile tür sinemasının buluştuğu filmleri sevenlerin görmesi gerekiyor.

        7/10

        Diğer Yazılar