Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Frank Herbert’ın ilki 1965’de yayımlanan ‘Dune’ serisinin kitapları, en çok satan bilimkurgu romanları arasında yer alırlar. Seyircilerle 1984’te buluşan, David Lynch imzası taşıyan ilk uyarlama, hayranlar ve eleştirmenlerden geçer not alamamasının yanı sıra gişelerde başarılı olamaz. Arada mini dizi formatında yapılan televizyon uyarlaması çok ses getirmez.

        Kanadalı yönetmen Denis Villeneuve’ün imzasını taşıyan yeni uyarlama ‘Dune: Çöl Gezegeni’ (Dune: Part One) ise daha şimdiden hayran ve eleştirmenlerin çoğunluğunun onayını almışa benziyor. Villeneuve’ün senaryosunu Jon Spaiths ve Eric Roth’la birlikte yazdığı film, öncelikle hikâye anlatımındaki ustalığıyla öne çıkıyor.

        Kaldı ki, ilk uyarlamada öne çıkan sorunlardan biri hikâye anlatımının yetersizliğidir. Seyirci Herbert’ın özenle kurduğu ‘Dune Evreni’ne girmekte zorlanır, karakterlerin yaşadıkları dünyayı derinliğine hissedemez.

        Villeneuve ise öykünün yavaş yavaş açıldığı, olay akışı ve karakterler üzerinden ilerleyen; soruların sayısını artırmaktan çekinmeyen çağdaş senaryo tekniklerini bir yana bırakıp en kestirme yoldan ilerliyor. Bu sayede, romanı hiç bilmeyenler dahil seyircileri yakalamakta hiç zorlanmıyor ve hikâyenin çerçevesini net şekilde en baştan çiziyor.

        Özellikle ilk bölümlerde, Herbert’ın kurgusuna bire bir sadık kalmaması kuşkusuz doğru karar. Çünkü romanda Herbert, hikâyeyi telaşsız şekilde geliştirir, ‘büyük resmi’ göstermekte acele etmez ve merak öğesini ayakta tutmak için okurun kafasını karıştırmaktan çekinmez. Bölüm başlarındaki gelecekte yazılan destanlardan alıntılanan epigraflarla kafası karışan okur, ana karakter genç Paul Atreides’in yaşadıklarını, aklından geçenleri anlık olarak takip ederken entrika yavaş yavaş şekillenir.

        Daha önceki filmlerinde karmaşık anlatım tekniklerini kullanan Villeneuve ise bu kez hiç riske girmiyor; David Lynch gibi seyirciyi gizemli bir imgeler dünyasının içine çekmiyor. Tek damla suyun dahi değerli olduğu Arrakis gezegeninin imparatorluk içindeki yerini, oradan elde edilen baharatın önemini; Atreides Hanedanı ile Harkonnenler arasındaki husumeti kavramakta hiç gecikmiyoruz. Dahası, gezegenin yerlileri Fremenlerin özgür ruhlarını, feodal düzenin yozluğunu ve İmparator’un güvenilmezliğini hemen hissediyoruz. Öte yandan, iyilerle kötüler arasındaki genel çerçeveyi çizdikten sonra romanın omurgasından da pek kopmuyor.

        Sonuçta, her şey ana karakter genç Paul Atreides (Timothée Chalamet) ve onun yaşadığı macerayla ilgili. Villeneuve bir üçleme olarak tasarladığı serinin ilk filminde romanın yarısından daha ileri gitmiyor. Kuşkusuz, başı sonu belli dramatik bütünlüğü olan 2.5 saatlik bir film seyrediyoruz ama hikâyenin yarıda kaldığı kesin. İşte bu yüzden, Villenueve’ün romandaki temaları geliştirmesi ve yorumlaması üzerine çok fazla şey söylemek mümkün değil. Kesin olan, ilk filmin büyüme hikâyesine odaklanması… Annesi Jessica (Rebecca Ferguson), babası Dük Leto Atreides (Oscar Isaac), dövüş hocası Duncan Idaho (Jason Momoa) ve silah ustası Gurney Halleck (Josh Brolin) gibi sevdiği insanlar arasında, güven içinde yaşayan Paul, İmparator’un ailesinin idaresine verdiği Arrakis gezegeninde tehlikeli ve ölümcül bir kaçıp kovalamacanın içinde buluyor kendini.

        Paul, ilk ‘Star Wars’ üçlemesinin Luke Skywalker’ı gibi bir kahraman… Onun için büyümek, aynı zamanda sahip olduğu özel güçlerin farkına varmak anlamına geliyor. Öte yandan, ‘masumiyetin, çocukluğun kaybı teması’ da var burada. Hatta Villeneuve’ün serinin ilk filminde asıl olarak bu temaya odaklandığını söylemek mümkün.

        REKLAM

        Politik alt metinlere baktığımızda Villeneuve’ün, Herbert’ın çizdiği çerçevenin çok dışına çıktığı söylenemez. Arrakis gezegenindeki çölden elde edilen baharat, hiç kuşkusuz Ortadoğu’daki petrolü akla getiriyor. İmparator ve gezegende sürdürülen baharat ekonomisi, bizi direkt olarak Batı emperyalizmine bağlıyor. Sömürünün beraberinde ekolojik sorunları getirdiğini de hissediyoruz ama bu tema ilk film itibarıyla çok geliştirilmiyor. Çölde yaşayan Fremenler ise sömürgecilerin silah gücüne ve ekonomik egemenliğine karşı kendi geleneklerini savunan bir halk olarak çıkıyor karşımıza… Arapçaya benzer bir dil konuşan Fremenler, direkt olarak Bedevileri akla getiriyor. Atreides hanedanı ve Stilgar’ın (Javier Bardem) liderliğindeki Fremenler, çok farklı kültürleri temsil ediyorlar. Buna karşılık, filmin başından beri Paul’ün gelişen yeteneklerinin farkında olduğumuz için Fremenler’le bir anlaşma yolu bulacağından; rüyalarında sürekli gördüğü Chani (Zendaya) ile bağ kuracağından eminiz. Çünkü annesinden aldığı Bene Gesserit eğitimi sayesinde Paul, rüyaları ve zihnine üşüşen anlık vizyonlarla geleceği görebilen bir karakter… Görmek kadar hissetmek de denilebilir. Şimdiki zamandayken başka bir zaman boyutundan gelen bilgiler, deneyimler, hisler zihninde canlanabiliyor.

        Villeneuve, filmin duygusunu ve anlatımını, ana karakter Paul’ün sahip olduğu bu özel güç etrafında kurmuş gibi geldi bana. ‘Rüyalar derinlerden gelen mesajlardır’ diye başlayan ‘Dune: Çöl Gezegeni’nde kendi adıma nerdeyse başta sona saykodelik (psychedelic) bir hava hissettiğimi söyleyebilirim. Gezegendeki maddenin gerçeklik algısı değiştirmesi üzerinden gidersek buna bir çeşit ‘baharat kafası’ da denilebilir. Villeneuve’ün tüm filme müziği, görüntüsü, ritmi, kurgusuyla yarı rüya yarı gerçek bir hava verdiğini düşünüyorum.

        Hans Zimmer’in, bazen ritmin melodinin önüne geçtiği, elektronik tınılara yer veren ve destansı havayı kaybetmeyen müziği kadar, filmin ara sıra monokrom renklere kayan görüntü yönetiminde de bu yarı gerçek dışı, saykodelik havayı hissettim. Özellikle çöl imgeleri çok güçlü… Villeneuve çöl deyince akla gelen ‘Lawrence of Arabia’ filmindeki çekimleri, ‘Star Wars’taki ‘Dune’den esinlendiği söylenen Tatooine gezegeni imgelerine başvurmuyor. Hareket halindeki bir kum denizini andıran çöl, birçok sahnede canlı bir organizma gibi.

        En azından ilk film itibarıyla, Villeneuve’ün dev solucanları alışageldiğimiz tarzda tasarlamadığı kesin. Solucanlar çölden ayırt edilemez varlıklar olarak tasvir ediliyor. Filmin ‘Dune’ deyince aklımıza ilk gelen ‘dev solucan imgesi’ konusunda ezberimizi bozduğu ve bunun Villeneuve’ün hanesine artı puan olarak yazıldığını düşünüyorum.

        Villeneuve’ün sık sık bizi Paul’ün zihnine götüren montajında ise 1970’lerin ilham verici yönetmenlerinden Nicolas Roeg’un anlatım tekniklerini hatırladığımı söyleyebilirim. Geçmiş ve gelecek, rüyalar ve vizyonlar hepsi birbirine karışıyor.

        Öte yandan, tüm bunlara karşın filmin sahicilik duygusunu hiç kaybetmediğini belirtmem gerek. Villeneuve’ün asıl başarısı, sanki burada yatıyor. Lynch’in yaptığı hatayı tekrar etmeyerek, ‘Dune’ü şövalye öykülerini akla getiren bir Ortaçağ fantezisi gibi kurmuyor. Villeneuve’ün yorumunda da Kral Arthur efsanelerinin ruhunu hissediyoruz ama çok daha derinlerde, hikâyeyi şekillendiren unsurlar olarak… İşte bu yüzden dev solucanlar da fantezi filmlerindeki canavarlar gibi çıkmıyorlar karşımıza.

        Villeneuve’ün bir başka başarısı, bilimkurgu - fantezi dengesini yakalaması… İlk uyarlamada Lynch, uzay operasının yeniden popüler olduğu, aksiyonun yükselişe geçtiği bir çağda kendine özgü hayal gücüyle şekillendirdiği masalsı bir fanteziye imza atmaktan hiç çekinmemişti. Eserin politik alt metinlerini çok önemsemediği belliydi. Villeneuve ise tam aksine, sömürgeci - sömürülen çatışmasını öne çıkarıyor ve masalsılıktan tümüyle uzak duruyor. Çünkü fantezi ya da bilimkurgu, ne olursa olsun bugünün seyircisinin üsluptan ziyade sahiciliğe değer verdiğini biliyor. ‘Dune: Çöl Gezegeni’ de her anında sahici olabilen bir film. Villeneuve, ne aksiyonu zorluyor ne de sahneleri köpürtmek için stilize numaralara başvuruyor. Stanley Kubrick gibi filmin her görsel detayını özenle kuruyor.

        Görüntü yönetmeni Greig Fraser’ın süslü, keskin kontrastlara dayalı, çok renkli, berrak ve canlı bir görsel dünyadan uzak durduğu belli. Bunun yerine, özellikle Arrakis’te bejin tonlarına ve sıcak sarıya kaçan pastel renkleri kullanıyor. Tozlu, topraklı, kirli bir görsel atmosfer var filmde. Çöl sahnelerinde nerdeyse monokrom bir doku var. Diğer sahnelerde ise renkler beyaza ve siyaha kaçan bir renk paletinin içinde solup gidiyorlar.

        ‘Dune: Çöl Gezegeni’, özü itibarıyla eski usul bir epik sinema örneği… Ama seyrederken eski epikleri pek hatırlamıyorsunuz. Çünkü Villeneuve, seyirciye ilk anlardan itibaren daha önce yaşamadığı farklı bir görsel deneyim sunmak istiyor. Malum, 1970’li ve 80’li yıllarda tam tersi bir durum vardı. Lucas, Spielberg ve Coppola sinemayı yeni teknolojiyle yenilerken görsel olarak seyirciye tanıdık gelen eski formatları akla getirmekten çekinmezlerdi. ‘Star Wars’ eski uzay operalarından, ‘Indiana Jones’ seriyal filmlerden esinlenmişti. Günümüzün sinemasının ruhunu çok iyi bilen Villeneuve ise eski formatı alıyor, yer yer geçmişten esinleniyor ama kendini asla nostaljiye kaptırmıyor; retro estetiğe sınır koyuyor. Kubrick gibi öncelikle sadece o filme ait bir görsel dünya kurmaya gayret ediyor.

        İşte bu yüzden ‘Dune: Çöl Gezegeni’ne epik sinemaya getirilmiş yeni bir yorum demek mümkün. Sadece romanın hayranlarının değil, ‘Star Wars’, ‘The Matrix’, ‘Yüzüklerin Efendisi’ gibi destansı serileri sevenlere de hitap edeceğini düşünüyorum. Ama nihai karar için serinin bitmesini beklemek gerekiyor.

        7.5/10

        Diğer Yazılar