Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Hollywood gibi öncelikle ticari yanıyla tanınan bir yerde Wes Anderson’un ‘Fransız Postası’ (The French Dispatch) gibi şaşırtıcı derecede sıra dışı ve kişisel filmler çekebilmesi insana şaşırtıcı gelebilir. Ama gişelerde batmadığınız ve yapımcılarınıza kazandırdığınız sürece Hollywood’da herkese yer olduğunu biliriz. Burada asıl önemli olan, hiç kuşkusuz Anderson’un yaptığı gibi kendi tarzından hiç vazgeçmeden var olabilmek. Peki, sırrı ne?

        Sosyal medyada filmleriyle ilgili hazırlanan videolara baktığımızda, Anderson hayranlarının haklı olarak öncelikle üslubuna odaklandığını görmek mümkün. Simetrik kadrajlarından renk paletlerine, kamera açıları ve hareketlerine kadar Anderson, daha çok görsel stiliyle öne çıkan, tanınan bir yönetmen. Nerdeyse filmine imza atmasına gerek bırakmayan, sadece Anderson’a özel belirgin bir stilden söz ediyoruz. Yalnızca sinefillerin değil, grafik ve görsel sanatlarla uğraşan çok kişinin hayranlık duyduğu bir görsel dünya bu…

        Ne var ki, başarısının tek sırrı kullandığı film dili değil. Çünkü Avrupa’da belki ama Hollywood’da kimse sadece stille ayakta duramaz. Bana sorarsanız, Wes Anderson’un asıl sırrı, seyircilerin de ilgisini çeken hikâyeler ve karakterlerle karşımıza gelmesi; salt üslubuyla değil konuları ve temalarıyla da ‘kendine özgü bir Anderson dünyası’ yaratabilmesi… Dahası, üslupla öyküyü birbirinden ayrılmaz hale getirmesi, yani kendine ait bir hikâye anlatma tarzına sahip olması…

        REKLAM

        Tüm filmlerini incelediğimizde, birçok ortak tema, tekrar eden öykü kalıpları görebiliriz. Anderson, öncelikle yalnız, çoğunlukla sıra dışı ve bir şeylere tutkuyla bağlı insanların öykülerini anlatır. Yeri gelmişken, Anderson’un ‘Fransız Postası’nda olduğu gibi, bazen yazar Stefan Zweig (Büyük Budapeşte Oteli) ve okyanus uzmanı Jacques Cousteau (The Life Aquatic With Steve Zissou) gibi gerçek karakterlerden esinlendiğini unutmamak gerek. Filmlerindeki karakterler, sevdikleri işleri yaptıkça ve kendileri gibi farklı insanlarla bir araya geldikçe, sorunlarından biraz olsun kurtulur, hayata daha çok bağlanırlar. Karakterleri tutkuları birleştirir. ‘Fransız Postası’nda da aynı izlekleri görmek mümkün.

        Anderson, bu kez seyircilerin karşısına üç ayrı hikâye anlatma vaadiyle çıkıyor ama filmde daha fazlası var. The French Dispatch adlı dergi ve onun sahibi, yayıncısı Arthur Howitzer Jr. (Bill Murray) üzerine kurulu olan girizgahın en az öyküler kadar önemli olduğu kesin. Malum, Anderson filmini ‘yurtdışında çalışan muhabirlere bir aşk mektubu’ olarak tanıttı. Evet, film gerçekten bir aşk mektubu ama sadece yurt dışındaki muhabirlere değil. The French Dispatch tarzındaki The New Yorker gibi dergiler ve o dergilerin yazarları da dahil bu aşk mektubuna… Yeri gelmişken, filmdeki bazı yazarların The New Yorker dergisinin ünlü isimlerinden esinlendiğini not edelim. Ayrıca Anderson’un Fransız kültürüne olan sevgisini de unutmamak gerek.

        Filmde, muhabir – yazarların bizzat dahil olduğu ve olayların içine karıştığı üç hikâye var. Ama onlardan önce, epilog olarak nitelenebilecek ilk bölümde Angelica Huston’ın anlatıcılığında, The French Dispatch dergisi ve onun az konuşan kurucusu Arthur Howitzer Jr.’ın öyküsünü seyrediyoruz. Dergi, yazarak hayatını kazanan insanları buluşturan bir yer olarak çıkıyor karşımıza. Dergi ‘Tenenbaums Ailesi’ndeki ev; ‘Büyük Budapeşte Oteli’ndeki otel; ‘The Life Aquatic With Steve Zissou’daki gemi ve ‘Moonrise Kingdom’daki adayı akla getiriyor. Diğer bir deyişle, Anderson’un farklı, tutkulu, yalnız karakterlerini buluşturan ve fiziksel mekânın ötesine geçen bir tür manevi sığınak.

        Dergiyi tanıdıktan sonra, gezi yazarı Herbsaint Sazerac’ın (Owen Wilson) anlatıcılığında öykülerin geçtiği hayali Ennui-sur-Blasé adlı kenti tanıtan ikinci bir bölüm seyrediyoruz. Bu hayali mekânın, tümüyle Amerikalıların kafasındaki turistik Fransa imgelerinden oluştuğunu belirtelim. Anderson’un sadece ‘resimler’le mizah yaptığı gerçekten harika bir bölüm bu…

        REKLAM

        İlk öyküde, ressam mahkûm Moses Rosenthaler (Benicio del Toro) ile soğuk gardiyan (Léa Seydoux) üzerinden sanat, aşk ve tutku arasındaki bağların keşfine çıkıyoruz. Ama sadece sanatçı, ilham perisi ve eserleri yok bu hikâyede. Hayatını bir ressama ve onun eserlerine adamaktan çekinmeyen, sanatı paraya çevirmeyi bilen eksantrik sanat simsarı Julien Cadazio (Adrien Brody) da var işin içinde. Bu arada, Cadazio da Lord Duvenn isimli gerçek bir karakteri temel alıyor. Öykünün yazarı ise betona yapılmış soyut bir fresk dizisini ‘erotik’ olarak niteleyen ve tutkulu sunumuyla dikkat çeken J.K.L. Berensen (Tilda Swinton).

        İkinci hikâyede Paris’teki ‘1968 Mayıs’ına saygı duruşu diyebileceğimiz bir olay örgüsü içerisinde gençlik ve isyan tutkusunu anlatıyor Anderson. Öykünün yazarı ilkine oranla bu kez olayların içinde yer alıyor. Öylesine içinde ki, Frances McDormand’ın canlandırdığı Lucinda Krementz, diğer tarafında radikal motosikletçi kızın (Lyna Khoudri) yer aldığı bir aşk üçgeninin parçası bile oluyor. Timothée Chalamet’nin canlandırdığı Zeffirelli’nin kız yurduna serbest giriş hakkı için mücadele ettiğini de hatırlamak gerek. Anderson, bu bölümde sadece 1968’e değil, gençliğin isyan tutkusuna selam gönderiyor.

        Üçüncü hikâyede karakterler ve yıldız oyuncuların sayısı biraz fazla. Üstelik anlatı katmanları daha karışık. Yazdığı her şeyi satır satır hafızasında tutabilen ve James Baldwin’i akla getiren Roebuck Wright (Jeffrey Wright), hikâyesini bir talk şov programında anlatırken arada kendi sorunlarından da söz ediyor. Polisiyeden animasyon - aksiyon türüne dönüşen hikâye, ilk bakışta bir çocuk kaçırma entrikası çevresinde kurulu gibi görünse de sonuçta her şey Fransızların çok sevdiği gastronomiye bağlanıyor. Çok az konuşan Asyalı şef Nescaffier’nin (Stephen Park) öykünün gizli ana karakteri olduğu söylenebilir. Bu arada, öykünün finaline gelen ‘editör müdahalesi’nin şahane olduğunu söyleyelim. Kaldı ki, o noktada bir kez daha The French Dispatch’in editörü Arthur Howitzer Jr.’ı hatırlıyoruz. The New Yorker’ın kurucusu Harold Ross’u hatırlatan Howitzer Jr.’ın filmin asıl ana karakteri olduğu söylenebilir.

        REKLAM

        Filmin kalbindeki asıl meselenin yeni medya çağında yeni kuşağın tümden unuttuğu eski usul dergicilik ve o dergilerde çıkan edebiyat tadındaki yazılar olduğunu düşünüyorum. Bütün filmi belirleyen, bize 1950’leri, 1960’ları hatırlatan o nostaljik yaklaşım da böylece anlam kazanıyor. Sonuçta, akıllı telefonların, bilgisayarların, sosyal medyanın olmadığı bir çağın heyecanı ve masumiyeti var filmde.

        ‘Fransız Postası’nın Anderson’un önceki filmlerinden farkı, galiba ‘çok daha fazla imge’ içermesi. Filmdeki beş bölüm görsel olarak birbirinden kesin çizgilerle ayrılıyor ama ortak noktalar da içeriyor. Kendi adıma en çok derginin ve editörünün anlatıldığı ilk bölümün grafik dilini sevdim. Anderson, bu ilk bölümde ‘deadpan’ tarzı mizah yapan bazı yönetmenlerin esin kaynağı olan Fransız sinemacı Jacques Tati’ye gönderme yapıyor. Kamerayı uzak bir noktaya yerleştirerek çektiği genel planlarda 1.371:1 formatının yüksekliğini kullanarak birkaç sahnede Tati’yi akla getiren şahane çerçevelere ulaşıyor. Derginin yazarlarının yüzünü sakladığı çekimler de çok hoş. Sarı ve açık kahve pastel renklerin içimizi ısıtan bir sıcaklık yaydığı bu girizgahın güzelliğine doyamadan kendimizi bir anda Ennui-sur-Blase kentini tanıtan matrak bölümün içinde buluyoruz. Anderson’un bazen kadrajları ikiye bölerek şehrin geçmiş ve bugününü bir araya getirdiği bölüm, sabit genel planlarıyla dikkat çekiyor.

        Birbirinden güzel çerçeveler, sonraki 3 öyküde de aralıksız devam ediyor. Ama Anderson önceki filmlerinin aksine ‘resimleri’ni daha kısa sürelerde gösteriyor çünkü hikâyesini çok hızlı anlatıyor. Böylelikle göndermeleri ve başka şeyleri takip etmek zorlaşıyor. Peş peşe gelen resimler, siz onların tadını dahi çıkaramadan gözünüzün önünden geçip gidiyor. Bu arada, diyaloglar da hızla akıyor. Karakterler Fransızca konuştuğunda Anderson’un İngilizce altyazıları eski fontlarla çerçeveye yerleştirdiğini belirtelim. Anderson film boyunca sık sık kâğıda basılmış dergi sayfalarıyla dolduruyor kadrajını. Filmin bazı yanlarıyla, eski medya çağına güzelleme olduğu da söylenebilir.

        Anderson’un hikâyeleri ve kadraj düzenlemeleri Avrupa sinemasını akla getirse de kurgu baştan sona Amerikan tarzı. Önceki Anderson filmlerine göre galiba biraz daha hızlı bir ritim bu… Anderson’un 1.37:1 ve 2.39:1 gibi formatlar arasındaki gidiş gelişlerini, siyah beyaz ve renkli arasındaki seri geçişlerini, araya girdiği animasyon bölümleri çok sevdim. Dijital değil 35 mm pelikül film ve anamorfik lenslerle çekilen ‘The French Dispatch’de görüntü yönetmeni Robert Yeoman’ın yılın en iyi işlerinden birini çıkardığını düşünüyorum.

        Hikâyelerin hepsini tematik olarak aynı ipe dizmek mümkün. Ama hepsini aynı derecede sevdiğimi söyleyemem. Tüm filmi iskelet gibi bir arada tutan dergi ve editörün hikâyesini ilk sıraya koyarım. ‘Deli ve aşık ressam’ bölümünü ise ikinci sıraya… Üçüncü hikâyeyi sevdiğim birçok yanına rağmen biraz yorucu ve dağınık bulduğumu itiraf edebilirim. Ama bu bölümde Jeffrey Wright, filmin en akılda kalıcı performansını çıkarıyor.

        Anderson filmlerinin en sevdiğim yanlarından biri serinkanlı, incelikli mizah duygusudur. Filmleri belki kahkahalarla güldürmez ama Anderson’un anlatıcı olarak getirdiği muzip yaklaşımı ve ironi duygusunu hep hissedersiniz. Gerçi hızlı ritmi nedeniyle ilk seyredişte belki pek tadını çıkaramayabilirsiniz ama ‘Fransız Postası’ eğlenceli bir film.

        Filmlerinde kısa süreli rollerde yıldız oyuncu görmeye alışkınız ama bu kez filmin nerdeyse her yanından yıldız taşıyor. Bu kadar çok ünlü ismi yardımcı rollerde bir araya getirmek galiba Anderson’un Hollywood’da ne kadar çok sevildiğinin bir kanıtı…

        7.5/10

        Diğer Yazılar