Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Agatha Christie’nin 1937’de yayımlanan ‘Nil’de Ölüm’ adlı romanı, ilk kez 1978 yılında sinemaya uyarlandı. 1974’de gösterime giren ‘Şark Ekspresinde Cinayet’in (Murder on the Orient Express) ulaştığı gişe başarısı üzerine gelen bir devam filmiydi. Yönetmeni ve başrol oyuncusu değişmişti. Dedektif Hercule Poirot’yu oynayan Albert Finney’in yerini Peter Ustinov almış; yönetmen Sidney Lumet’in koltuğuna da John Guillermin geçmişti.

        2017’de seyrettiğimiz ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’in devam filmi olarak çekilen ‘Nil’de Ölüm’de (Death on the Nile) ise Kenneth Branagh başrol oyuncusu ve yönetmen olarak yerini koruyor. Kadroda değişmeyen isimlerden biri senaryo yazarı Michael Green.

        ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’, Michael Green’in yer yer romandan uzaklaştığı bir filmdi. Ne var ki, ‘Nil’de Ölüm’ ile kıyasladığımda çok daha sadık bir uyarlama olduğunu söyleyebilirim. Çünkü ‘Nil’de Ölüm’ sürpriz açılış sahnesinden başlayarak şaşırtıcı derecede cesur ve serbest bir uyarlama.

        Michael Green, Agatha Christie’nin eserinin hikâye örgüsüne dokunmuyor. Linnet Ridgeway (Gal Gadot), Simon Doyle (Armie Hammer) ve Jacqueline de Bellefort (Emma Mackey) arasındaki aşk üçgenini aynen koruyor. Cinayetler, cinayet nedenleri ve Poirot’nun çözüme gidiş yollarında da değişiklik yok. Christie’nin ustalıklı polisiye örgüsüne çok müdahale etmiyor. Ama Linnet, Simon ve Jacqueline dışındaki karakterleri ve aralarındaki ilişkileri yeniden yazmaktan hiç çekinmiyor. Neler yapmıyor ki? Karakter ekleme ve çıkarmanın yanı sıra mesleklerini, ırklarını, cinsiyetlerini ve aralarındaki ilişkileri değiştiriyor. Böylelikle Agatha Christie’nin ‘çok beyaz’ olan karakterleri, 21. Yüzyıl ana akım sinemasının genel eğilimlerine uygun hale geliyor. İşin içine Kuzey Afrika’da Mississippi havası estiren caz müziği, eser miktarda ırk ayrımı eleştirisi ve hatta LBGT karakterler giriyor.

        REKLAM

        Michael Green, tüm bunları yapıştırma ve zorlama hissi vermeden yapabiliyor. Derdi, sadece değişiklik yapmak, hikâyeye renk getirmek değil. Filme daha çok tutku ve dramatik çatışma eklemeyi; Poirot dahil tüm karakterlerdeki duyguları daha çok ortaya çıkarmayı hedefliyor.

        Agatha Christie’nin romanda komünist bir karaktere yer vermesi tesadüf değildir. Çünkü roman alttan alta sınıf ilişkileri üzerine kuruludur. İşte bu yüzden, Green hikâyenin özündeki sınıfsal nefreti daha görünür hale getiriyor. Zengin Linnet’in suçluluktan ziyade kendini güvensiz hissetmesi ve yalnızlığının altını çiziyor. Ki burada Gal Gadot’un performansını da pas geçmeyelim.

        Agatha Christie’nin bazen ‘kilitli oda polisiyesi’ olarak da anılan eserlerinde asıl hedef, seyirciyi dedektife dönüştüren bir ‘Katil kim?’ oyunu kurmaktır. İpuçlarını Poirot ile birlikte aynı anda öğrenir, zihnimizi çalıştırırız. Green romanı okumayan ve ilk filmi seyretmeyen seyirciler için oyunun kurallarını aynen koruyor. Poirot ile birlikte ipuçlarını değerlendirip, katilin kim olduğunu tahmin etmeye çalışıyoruz. Öte yandan, romanı okuyan ve katili tahmin edenler için de filmi çekici kılmayı başarıyor. Genellikle hikâye örgüsüyle seyirciyi yakalayan ‘kilitli oda polisiyesi’ne tutku ve hüzün getiriyor; Hercule Poirot üzerinden karakter değişimi bile ekliyor.

        2017 yapımı ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’i seyrettikten sonra önceki uyarlamalara göre Hercule Poirot’nun duyguları ve kişiliğiyle biraz daha ön plana çıktığını yazmıştım. İkinci filmde, çok daha fazlası var. Christie’nin benim bildiğim eserlerinde Poirot, genelde dedektifliğin ötesine geçmez. Olay onun için hiçbir zaman çok kişisel hale gelmez. Sadece işine odaklanır. ‘Nil’de Ölüm’ ise onun uzak geçmişinden bir hikâyeyle açılıyor ve ‘Poirot’nun filmi’ olarak bitiyor.

        Poirot, Nil nehri üzerinde seyreden gemideki cinayetleri çözerken sadece bir dedektif olarak çıkmıyor karşımıza. İnsanlarla duygusal etkileşim yaşayan, kendi sorunlarıyla yüzleşen, değişmek isteyen ve hatta olayların gelişimi içinde acı çeken bir karakter olarak görüyoruz onu.

        Özetle senaryo yazarı Green, Hercule Poirot’nun geçmişi ve iç dünyası konusunda Agatha Christie’nin girmediği sulara giriyor, onun için yeni bir hikâye yazıyor. Önceki yüzyılda, dünya üzerindeki Agatha Christie hayranları tüm bunlara tepki gösterebilirlerdi. Ama 2022 itibarıyla artık farklı bir dönemdeyiz. Başta James Bond olmak üzere Superman dahil bütün kahramanların geçmişlerinin yeniden yazıldığı; zaafları ve zayıflıklarıyla anlatıldığı bir çağda, Poirot’nun Christie’nin bıraktığı gibi kalmasını beklemek gerçekten zor. Aksi olsaydı, Poirot fazlasıyla demode kaçabilirdi.

        Green ve Kenneth Branagh’ın yüzlerine gözlerine bulaştırmadan Poirot’yu 21. Yüzyıl ana akım seyircisine uygun hale getirdiklerini düşünüyorum. 1978 yapımı ilk uyarlamayla karşılaştırdığımda, karakterler bana biraz daha sahici geldiler. Sadece aşk üçgenindeki karakterlerden söz etmiyorum. ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’ten hatırladığımız uçarı ve delişmen Bouc (Tom Bateman), onun baskın karakterli ressam annesi Euphemia Bouc (Annette Bening), Bouc’un sevgilisi Rosalie Otterbourne (Letitia Wright) ve caz şarkıcısı Salome Otterbourne (Sophie Okonedo) iyi yazılmış karakterler. Yeri gelmişken Afrika kökenli Rosalie’nin Poirot’yu eleştirdiği, yani beyaz Batılı erkeğin egosuna meydan okuduğu sahnenin akılda kalıcı olduğunu belirtelim. Poirot’nun, Salome’ye olan özel ilgisini de unutmamak gerek.

        Linnet’in çevresindeki diğer yan karakterler de silik değiller: Avukat kuzeni Andrew (Ali Fazal), eski sevgilisi Doktor Windlesham (Russell Brand), özel hizmetçisi Louise Bourget (Rose Leslie), komünist vaftiz annesi Marie Van Schuyler (Jennifer Saunders) ile hemşiresi Mrs. Bowers (Dawn French), hem Linnet cinayetinin şüphelileri hem kendi dertleriyle hikâyedeki yerlerini alıyorlar.

        REKLAM

        Kenneth Branagh oyuncu olarak gayet iyi. Poirot’ya kendinden çok şey katıyor. Yönetmenlik performansına gelirsek, özellikle karakterleri betimlemede ve oyuncu yönetimine itirazım yok. Anlatım ve üslup konusunda ise filmi bile isteye ikiye ayırdığını düşünüyorum. Belçika ve Londra’da geçen iki sahneyi saymazsak, filmin Mısır’da geçen ilk bölümünde Branagh bizi şaşırtmıyor. Yapımcılar kendisinden ne bekliyorsa onu yapıyor. Görüntü yönetmeni Haris Zambarloukos ile birlikte, dijital teknoloji desteğinde eski usul egzotik ve gösterişli bir Hollywood seyirliğine imza atıyor. Bilgisayar destekli Nil manzaraları ve alışageldiğimiz sıcak Kuzey Afrika ışığından vazgeçmiyor. Piramitler ve Ebu Simbel gibi turistik yerler dahil ilk bölümdeki tüm mekânlar buram buram ‘bilgisayardan geçmiş görüntü’ kokuyor. Kamera Nil’in derinliklerine dalıyor, gemiyi sık sık kuşbakışı yukardan izliyor, bölgedeki hayatı ve yerel halkı siluetler halinde uzaktan resimlemekle yetiniyor. Başta otel olmak üzere mekânlar gerçekçi olmayacak kadar gösterişli ve ferah. Hikâyenin büyük bölümünün geçtiği buharlı Karnak gemisi de aynı şekilde tersaneden yeni çıkmış gibi gıcır gıcır ve çok şık görünüyor. Başlangıçta tüm bu gösterişten, çok bariz olan ‘stüdyo çekimi’ duygusundan biraz irkildiğimi söyleyebilirim. Ama cinayetten hemen önce olup bitenlerle birlikte, Branagh, geminin iç mekânlarına girip kendini yoğun şekilde hikâye anlatımına verdiğinde, film toparlanmaya başlıyor. Poirot’nun tutkulu şekilde çalışmaya başlamasıyla Branagh’ın aynı şekilde tutkulu ve biçimci sinemasının beni alıp götürdüğünü; sahnelerin çoğundaki mizansenleri, kamera hareketleri ve açıları sevdiğimi söyleyebilirim.

        Sonuçta, cinayetle birlikte Branagh anlatımı değiştiriyor. Öncelikle kamerasını Poirot’ya daha çok yaklaştırıyor. Yakın çekimlerin sayısını artırıyor. Cinayet soruşturmasının her görüşmesini nerdeyse farklı üsluplarda çekiyor. Bazen kamerayla karakterlerin etrafında dönüyor, bazen tam karşı cepheden yaptığı çekimleri, bazen yan açıları tercih ediyor. Herkesi topladığı sahnenin girişini de ‘Doğu Ekspresinde Cinayet’te olduğu gibi ‘köpürtüyor’, Poirot’nun yaptığı şovun hakkını veriyor. Poirot’nun düzen takıntısını simetrik çerçevelere dönüştürüyor bazen. Branagh film boyunca geniş açılı lensleri, alan derinliğini, hareketli kamerayı, kalabalık kadrajları ve ilk sekans başta olmak üzere uzun çekimleri sıklıkla kullanıyor.

        Belçika ve Londra’da geçen, savaş ile eğlenceyi, ölüm ile libidoyu peş peşe karşımıza getiren ilk iki sekans dahil olmak üzere Branagh’ın biçimciliğini, lens tercihlerini, sürekli değişen açılarını ve kamera kullanımını sevdim. Branagh gibi yönetmenlerin anaakım estetiğinin içinde, hikâyenin önüne geçmeden giriştikleri bu tür aşırılıklar öteden beri ilgimi çeker.

        Tüm bu şıklığı, gösterişi, biçimciliği itici bulanlara çok sözüm yok ama kendi adıma Branagh’ın yönetmenliğini ve Green’in romanı uyarlarken gösterdiği cesareti sevdim. Çoğu eleştirmenin aksine Guy Ritchie’nin biçimci ‘Sherlock Holmes’ serisini de sevmiştim. Burada da ‘aynı kafa’ var. İngilizler Sir Arthur Conan Doyle ve Agatha Christie gibi ‘popüler kültürün ulusal hazine’lerini bizzat kendi yönetmenleri ile çağdaş anaakım sinemanın bir parçası haline getirmek istiyorlar. Bence hedeflerine ulaşıyorlar.

        7/10

        Diğer Yazılar