Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yönetmenlerin kendi çocukluklarını anlattığı filmleri severim. Sinema sanatının en güzel yanlarından birinin bizi geçmişe götürebilmesi olduğunu düşünürüm. Geçmiş, nostalji duygusunun ötesinde keşfedilecek bir ülke gibi gelir bana…

        Kenneth Branagh’ın ‘Belfast’ına da bu duygularla gittim. Birçok sahneyi, detayı sevdim, beğendim ama bütün olarak bende derin izler bıraktığını söyleyemem.

        Hikâye, 1969 yılının ağustos ayında, Kuzey İrlanda’nın Belfast kentinde, Protestan grupların Katoliklere saldırdığı günde başlıyor. Kuzey İrlanda’da ‘The Troubles’ diye bilinen ve 30 yıla yakın süren sorunlu dönemin ilk günlerindeyiz. 9 yaşındaki Buddy (Jude Hill), oturdukları sokaktaki Katoliklerin evlerine taşlar ve sopalarla saldıran Protestan göstericilerin arasında kalıyor; neye uğradığını şaşırıyor. Film ilerledikçe, Buddy’nin Katoliklerle barış içinde yaşamaktan hoşnut, ayrımcılıktan uzak duran Protestan bir ailenin çocuğu olduğunu anlıyoruz. Londra’da çalışan ve Belfast’a ayda sadece iki kez hafta sonlarında gelebilen babası (Jamie Dornan), patlak veren olayların ardından ailesini Kuzey İrlanda’dan uzaklaştırma planları yapmaya başlıyor haklı olarak. Ama eşi (Caitriona Balfe) bırakın ülkeyi terk etmeyi, yıllardır kök saldıkları mahalleden ayrılmalarının bile doğru olmayacağına inanıyor. Büyükannesi (Judi Dench) ve büyükbabasıyla (Ciaran Hinds) güçlü duygusal bağları olan ve sınıfın en çalışkan kızına âşık olan Buddy’nin de annesinden pek farklı düşünmediğini anlıyoruz.

        REKLAM

        Sonuçta, ‘Belfast’tan gitmek ya da gitmemek’ ikilemi etrafında dönen bir hikâye örgüsü var filmin… Küçük Buddy’nin göstericilerin arasında kaldığı anlara ve sonraki günlerde mahallede yaşananlara tanık olduğumuzda, çoğumuz en doğru kararın mümkünse Belfast’ı terk etmek olacağını düşünüyoruz haliyle. Çünkü film her an patlamaya hazır bombayı andıran gergin ve sıkıntılı bir şehirde geçiyor. Barikatların kurulduğu sokak, savaş yerini hatırlatıyor. Dolayısıyla, gitmek ve gitmemek ikilemi bizim için çok şey ifade etmiyor. Annenin Avustralya, İngiltere gibi ülkelerde onu ve çocuklarını bekleyen ayrımcılık belasından korkmasını anlayışla karşılasak da yaşadıkları nefret ve terör ikliminde çocuk büyütmenin daha zor olabileceğinin farkındayız.

        Belfast’ın ve yaşadıkları mahallenin, annesi ile Buddy için olaylardan önce bir cennet olduğunu anlıyoruz ama bu ‘cennet duygusu’nun bize geçtiğini söylemek mümkün değil. Saldırılar başlamadan önce kameranın mahallede oyun oynayan çocuklar arasında dolaştığı o uzun çekimlerde Buddy’nin mutlu bir çocukluk yaşadığını hissediyoruz ama sadece birkaç dakikalığına… Ki o birkaç dakikada sahnenin karmaşık ve hızlı trafiği, huzurdan ziyade yaşam enerjisini yansıtıyor. Branagh keşke Buddy’nin büyüdüğü o barış içindeki güven verici mahalle hayatını bize daha uzun sürede anlatsaydı. O zaman biz de gitmenin ne kadar zor ve acı verici olduğunu belki daha çok hissederdik.

        Federico Fellini’nin ‘Amarcord’u (1973) veya John Boorman’ın ‘Umut ve Zafer’i (Hope and Glory - 1987) karanlık dönemlerde geçen eğlenceli çocukluk günleri üzerine yapılmış çok güzel filmlerdir. O filmlerde savaş ve sosyal çalkantılar, büyüklerin dünyasına aittir. Çocuklar, karanlığın içinde her koşulda aydınlığı, neşeyi ararlar. ‘Belfast’ ise ton olarak Protestan – Katolik çatışmasının gergin atmosferinde geçiyor. Buddy’nin pek eğlenceli şeyler yaşadığı söylenemez. Filmde çocukluğun altın çağı yerine güvensizlik, korku ve terör duygusu ağır basıyor. Keşke Branagh, Fellini ve Boorman gibi her şeye çocuk gözleriyle bakmaya çalışsa ya da Alfonso Cuaron’un ‘Roma’da (2018) yaptığı gibi kendi hafızasının derinliklerindeki imgelere, anlara odaklansaydı.

        REKLAM

        Filmin bir başka dezavantajı, Britanyalılar dışında çoğu kişinin nedenlerini derinlemesine bilmediği bir sosyal çatışma üzerine kurulu olması. Mezhep kavgası aslında sorunun sadece bir boyutu ve arkasında sınıfsal, toplumsal başka faktörler var. Her şey bir yana, bağımsız İrlanda Cumhuriyeti, Birleşik Krallığa bağlı Kuzey İrlanda ve İngiltere arasındaki tarihsel sorunları genel olarak bilenler için dahi 1969 yılında Belfast’taki o mahallenin iç dinamikleri, pek yerli yerine oturmuyor. Filmdeki televizyon haberleri yetmiyor.

        Branagh, Buddy’nin sokakta olup bitenleri, televizyonda seyrettiği ‘Kahraman Şerif’ (High Noon – 1952), ‘Kahramanın Sonu’ (The Man Who Shot Liberty Valance - 1962) gibi western filmleri üzerinden anlamlandırmaya çalıştığını güzel anlatıyor ama seyirci açısından politik tarihsel çerçeveyi yeterince iyi çizemiyor. Sözgelimi, adını Wyatt Earp’ün hikâyesini anlatan western filmlerinde karşımıza çıkan gerçek bir insandan alan komşu Billy Clanton (Colin Morgan), Buddy’nin babasına ve ailesine sürekli sataşan sıradan bir ırkçı ya da ‘kötü kovboy’ olmanın ötesine geçemiyor. Ayrıca Katoliklere biraz uzaktan bakıyoruz. Branagh, kurulan barikatları, sokaklardaki İngiliz askerlerini ve gerginliği belki etkili bir fon haline getiriyor getirmesine ama onların ardındaki sosyal, kültürel dinamik ve çatışmaları derinleştiremiyor.

        Branagh’ın hafızasındaki geçmişi görselleştiren şık ve nostaljik bir film çekmek istediği belli. Ama bana sorarsanız, anlattığı hikâyenin yarısı gerçekçi belgesel estetiği gerektiren bir dramatik malzemeye sahip. O yüzden film, özellikle çocukluk nostaljisini anlatan sahnelerde, kendi kişiliğini ve yolunu buluyor. Sözgelimi, Buddy’nin sinema tutkusunun anlatıldığı sahnelerde… Açılıştaki renkli turistik Belfast manzaraları dışında 1969’u siyah beyaz olarak anlatan Branagh, Buddy ve ailesinin sinema salonunda seyrettiği, benim de çocukken İzmir’de Hatay’daki bir açık hava sinemasında gördüğüm ‘Harika Otomobil’ (Chitty Chitty Bang Bang - 1968) ve Raquel Welch’in oynadığı ‘Bir Milyon Yıl Önce’ (One Million Years B.C. -1966) gibi filmleri veya büyükannesiyle gittiği tiyatro oyunu ‘A Christmas Carol’ı renkli olarak getiriyor karşımıza. Filmdeki siyah beyaz kullanımını anlamlı hale getiren hoş bir fikir bu… Sinema ve tiyatronun Buddy için sadece 1969’un sıkıntılı Belfast’ından kaçış olduğunu hissetmiyoruz bu sahnelerde. Buddy’de kendi çocukluğunu anlatan Branagh için gelecekte tiyatro ve sinemanın ne anlama geldiğini bilmemiz, bu renkli görüntüleri bizim için daha duygusal hale getiriyor.

        REKLAM

        Filmin sevdiğim yanlarından bir başka yanı, Buddy’nin büyükbabası ve büyükannesiyle olan sahneleri... Branagh, Belfast’ın çatışmalardan önce cennet olma duygusunu belki bize geçiremiyor ama Buddy’nin dedesi ve büyükannesinden neden ayrılmak istemediğini gerçekten iyi anlatıyor. Özellikle usta oyuncu Ciaran Hinds’in filmin en sade ve duygusal sahnelerine damgasını vuran bir performans sergilediğini belirtelim. Hinds ve Dench, gerçekçi ve sahici karakterler olarak filmin duygusuna önemli katkılarda bulunuyorlar. Ama annesi ve babasının yaşayan karakterlerden ziyade biraz ‘film yıldızı’ gibi durduklarını düşünüyorum. Abisi Will (Lewis McAskie) de aile sahnelerinde boy gösteren modelden farksız duruyor, etkili bir karaktere dönüşemiyor.

        Filmdeki iki dans sahnesi, Branagh’ın anlatımda farklı stiller kullandığının bir göstergesi. Hinds’in Dench’i dansa kaldırdığı ve Branagh’ın sade bir üslupla çektiği sahnenin İngiliz sinema tarihinde hoş bir an olarak ileride hatırlanacağını düşünüyorum. Genç anne ile babanın dans sahnesini ise Branagh, aşklarının altını çizen romantik video klip gibi çekmiş. Buddy’nin Noel hediyelerini aldığı sahneyi de aynı mantıkla tasarlamış. Branagh’ın eklektik diyebileceğim bu karmaşık stilinin filme çok faydası dokunduğunu düşünmüyorum. Branagh keşke popüler film estetiğini, geniş kitleye ulaşma derdini bir yana bırakmayı göze alıp kendi ‘Amarcord’unu, kendi ‘Roma’sını çekseydi, demekten kendimi alıkoyamıyorum. Çünkü ‘Belfast’ta o filmlerin duygusuna yaklaştığı anlar var.

        Sözgelimi, burada ayrıntılarına girmek istemediğim ‘biyolojik deterjan’ sahnesi tek kelimeyle mükemmel. Branagh’ın deterjanı kadrajın merkezine koyduğu o ironik sahne aile için de bir dönüm noktasını işaret ediyor. Branagh’ın açılıştaki Belfast manzaralarında, hava çekimlerinde kullandığı Tanrısal bakış açısını daha sonra filmin birkaç sahnesinde tekrarlaması da anlamlı. Belli ki arada her şeye biraz yukardan bakmamızı istiyor. Irkçı komşu Billy Clanton’ın olduğu sahnelerde Buddy’nin hayal dünyasını şekillendiren western estetiğinin kullanılması da yaratıcı bir yönetmenlik örneği. Branagh, Buddy’nin ve tabi ki kendi çocukluğunu oluşturan hayal dünyasını detaylar üzerinden güzel kuruyor. Bu arada, ‘Uzay Yolu’ dizisine ve ‘Thor’a da küçük birer selam gönderdiğini belirtelim. ‘Kahraman Şerif’te Grace Kelly ile Gary Cooper arasındaki gitmek ve gitmemek tartışmasının, anne ve babası arasındaki konuşmaları ayna gibi yansıtması ama cinsiyetlerin konum değiştirmesi, gerçekten güzel buluş. O sahnede, Buddy’nin Belfast’ta kalmak isteyen annesini ‘kasabasını terk etmek istemeyen bir kahraman’ gibi gördüğünü anlıyoruz.

        Başta yazdığım gibi sevdiğim, beğendiğim birçok sahnesi ve detayı var filmin. 7 dalda Oscar’a aday olan ‘Belfast’ı önerebilirim ama beklediğim kadar iyi bulmadığım kesin.

        6.5/10

        Diğer Yazılar