Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        ‘Taxi Driver’dan bu yana, Paul Schrader’in senaryosunu yazdığı veya yönettiği filmlere baktığımızda, çoğunlukla yalnız ve problemli erkeklere odaklandığını görürüz. Bir yerinden hayata tutunmaya çalışan Schrader karakterleri, ruhlarının kurtuluşunu ararken bazen kendi yıkımlarını hazırlarlar.

        ‘The Card Counter’ın ana karakteri William Tell’in (Oscar Isaac) de profesyonel kumarbaz olarak hayata bir yerden tutunduğu kesin. Ama arayış içinde görünmeyen arzusuz, isteksiz biri aynı zamanda. Açılış sahnesinde askeri cezaevinde geçirdiği yıllarda ‘kart saymayı’ öğrendiğini ve 21 oyununda nasıl kazandığını anlatıyor bize soğuk ve düz cümlelerle.

        Filmin ilk bölümünde, daha ilk andan aralarında çekim olduğunu sezdiğimiz La Linda (Tiffany Haddish) ile yaptığı konuşma sırasında ise çok iyi poker oynadığını ama ülke çapında düzenlenen Texas Hold’em turnuvalarına girip büyük paralar kazanmakla ilgilenmediğini görüyoruz. La Linda’nın sponsorlar adına getirdiği kazançlı teklifi hiç düşünmeden reddediyor William Tell. Belli ki, 21 oyunundan kazandığı para ona yetiyor. Masadan ne zaman kalkacağını bildiği ve açgözlülük etmediği sürece, kumarhanelerin kart saymasına pek aldırış etmediğini söylüyor La Linda’ya.

        Otomobiliyle ülkeyi dolaşan, kumarhane otelleri yerine mütevazı motelleri tercih eden, her gece içki içerek günlük yazan, duygularını başkalarına göstermeyen, değişiklikten hoşlanmayan, içe dönük, yalnız bir adam William Tell… Ama bir gün rutininin dışına çıkıyor ve bütün hayatı değişiyor.

        Her şey, kumar oynamak için geldiği otelde düzenlenen güvenlik fuarında Gordo (Willem Dafoe) adlı eski askerin konuşma yaptığı salona girmesiyle başlıyor. Orada ona gerçek adıyla hitap eden Cirk (Tye Sheridan) ile tanışıyor. Genç yaşta babasını kaybetmiş, annesinden uzaklaşmış, borçları nedeniyle üniversiteden ayrılmak zorunda kalmış Cirk’ün hayatını daha da karartacak bir intikam planının peşinde olduğunu gören Tell, ona yardım etmeye karar veriyor. Cirk’ü karşılık beklemeden sahiplenip yanına almakla kalmıyor; borçlarını ödeyip hayatını kurtaracak parayı kazanmak için La Linda’dan gelen turnuva teklifini de kabul ediyor.

        Cirk’ün filme dahil olmasıyla birlikte Paul Schrader, aralara yerleştirdiği kısa ‘flash-back’ sahnelerle öyküyü William Tell’in geçmiş hayatına doğru açıyor. Onun askeri cezaevine girmeden önce Irak Savaşı sırasında Ebu Garip Cezaevi’nde görev yaptığını görüyoruz.

        William Tell’in, Ebu Garip’te Iraklı esirlere sistemli ve korkunç işkenceler yapan ABD askerlerinden biri olduğunu öğrenmemizle birlikte film, sadece politik anlamda eleştirel derinlik kazanmıyor. William Tell’in davranışları, hayat tarzı ve seçimleri hakkında da fikir edinmemizi sağlıyor. En önemlisi, Cirk’e yardım ederek ruhunu kurtarmaya çalıştığını hissediyoruz.

        Schrader, yıllar önce basına sızan fotoğrafların ötesine geçip Ebu Garip’te olanların ayrıntısına çok girmiyor. Ama Tell’in de parçası olduğu insanlık dışı şiddetin korkunç boyutunu sezdirmeyi ihmal etmiyor. Bu arada, Gordo ile Tell’in iki farklı yaklaşımı temsil ettiğini gösteriyor bize. Yaptıklarından dolayı yargılanmayan Gordo, hiçbir şey için pişmanlık duymuyor. Cezaevinden sonra hayatına ABD milliyetçisi bir sağcı olarak kaldığı yerden devam ettiği belli. Gordo’dan aldığı emirleri uyguladığı için 8.5 yıl cezaevinde yatan Tell’in ise suçluluk duygusundan hâlâ kurtulamadığı açık.

        REKLAM

        İşte bu yüzden, Tell’in cezaevinde yatmaktan çok rahatsız olmadığını; hatta özgür kaldıktan sonra kendini mahkûm ettiği hayat rutiniyle cezasını kendi kendine bir çeşit ‘müebbet hapse’ çevirdiğini hissediyoruz. Açılış sahnesinde çocukken kapalı yerlerden hiç hoşlanmadığını söyleyen Tell için ‘hücre hayatı’nın neredeyse bir kurtuluş haline geldiği dahi söylenebilir.

        Ayrıca kendisine nerdeyse hayattan keyif almayı yasaklamış biri. Kaldığı motel odalarında eşyaları, masaların ayaklarına kadar hiç üşenmeden beyaz örtülerle kaplamasına, duvardaki tabloları kaldırmasına ve telefonu fişten çıkarmasına, film boyunca net açıklama getirilmiyor. Güvenlikle, değişikliğe tahammül etmemekle ilgisi olduğunu düşünüyoruz. Kesin olan ise gecelediği her odayı birbirine benzeyen bir tür ‘hücre’ye dönüştürmesi, her birinin ‘kişiliğini’ öldürmesi, tek tip haline getirmesi…

        Peki, onun için bir kurtuluş umudu var mı? Ebu Garip’te işlediği suçların kefaretini ödeyip ruhunu kurtarabilir mi? Çok hoşlanmasına rağmen ilgisini bastırdığı La Linda ile çıktıkları gece, ışık gösterisi yapılan o yerde (Texas’taki ‘Austin Trail of Lights’) ilk kez böyle bir ihtimali sezer gibi oluyoruz sanki. Sanki cennet ayaklarının altında gibi geliyor. Ama bir noktadan sonra ruhunun kurtuluşunu içten içe Cirk’e bağladığını anlıyoruz.

        ‘The Card Counter’ karanlık ama umutsuz bir film değil. Finalin trajik yanı, Tell’in en başından itibaren çözüm olarak görmediği bir yola sapması belki. Ama Schrader öyle bir bağlıyor ki filmi, Tell’in ruhsal kurtuluşunun gerçekleştiğini düşünmemiz mümkün. Bu arada, adını aldığı masal kahramanı William Tell’in öyküsünü hatırladığımızda, özellikle finaller arasında bazı paralellikler bulmamız mümkün.

        Hikâyenin asıl esin kaynağı ise Schrader’in her zaman çok ilham verici olarak gördüğü, Robert Bresson’un 1959 yapımı ‘Pickpocket’ filmi.

        REKLAM

        ‘The Card Counter’, sağlam politik alt metinleri, karakterin psikolojisini ele alışındaki derinlik ve kart oyunlarına olan ilgisini öykü örgüsündeki kullanışıyla usta işi bir yazarlığın ürünü…

        Alıştığımız tarzda bir ‘kumarbaz filmi’ olmadığını da söylemem gerek. Schrader, finalde ters köşe yaparak seyirci beklentilerine karşı kayıtsız olduğunu gösteriyor.

        Her zaman hikâyeye ve karaktere odaklanan Schrader, biçimci bir yönetmen değildir. Buna karşılık, ‘The Card Counter’ biçimsel olarak etkileyici. Hatta anlatım ve üslup olarak belki Paul Schrader’in en iyi işlerinden biri. Öyle ki filmin düşük bir bütçeyle 20 günde çekildiğine inanmak zor.

        2017’de ‘First Reformed’ ile başyapıtlarından birine imza atan Schrader, son yılların moda anlatım tekniklerine yine pek itibar etmiyor. Mekânı vurgulayan geniş açıların yanı sıra Tell’in özellikle kumarhanelerdeki yürüyüşlerinde sallantısız hareketli kamera ve uzun çekimleri tercih ediyor. Ebu Garip’teki sahneleri ise filmin geri kalanından kesin çizgilerle ayırıyor. Orada ‘balık gözü’ diye tabir edilen, görüntüyü deforme eden geniş açılı lenslerle uzun çekimler yapıyor ve bir tür kâbus hissi oluşturuyor.

        Anlatımın en etkileyici yanı, hikâyenin ruhuyla bütünleşmesi. Özellikle Robert Levon Been imzalı şarkılar hüzünlü, saykodelik ve karanlık akorlarıyla ana karakterin iç dünyasını nerdeyse bir ayna gibi yansıtıyorlar. Karakterin serin kanlı, soğuk görünümünün altındaki duygusal fırtınaları sade ve gösterişsiz bir oyunculukla yansıtan Oscar Isaac’in de filme katkısı çok büyük…

        Dünya prömiyerini geçtiğimiz yıl eylül ayında Venedik’te yapan ‘The Card Counter’ birçok ülkede sonbahar aylarında gösterime girdi. Eleştirmenlerden yüksek notlar almasına karşın ödül sezonunda adından söz ettiremedi. Belki de bu yüzden, vizyona girmesinin ardından ‘radarlardan’ kayboldu. Ama bana sorarsanız, 2021’in en iyi Amerikan filmlerinden biri. BeinConnect’te seyredebilirsiniz.

        8/10

        Diğer Yazılar