Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yıllar sonra ‘Siyah Telefon’ (The Black Phone) deyince aklıma korku gerilim öğeleri kadar keder duygusunun da geleceğini tahmin ediyorum. Çünkü daha ilk sahnelerden itibaren kendini gösteren o soğuk, soluk, depresif sonbahar hissi, film boyunca nerdeyse hiç geçmiyor. Filmin Amerikalıların çok da olumlu duygularla hatırlamadığı, suç oranının yükseldiği, ekonomik sıkıntıların ve işsizliğin arttığı bir dönemde, 1978 yılında geçtiğini bir yere not etmek gerek. Ayrıca havada bütün bölgeyi zehirleyen, başta çocuklar olmak üzere herkesin hayatını karartan kötü bir şey var sanki…

        Film ilerledikçe, banliyöyü içten içe yiyip bitiren bu zehrin erkek kökenli şiddet olduğu belirginleşiyor. Lisede ergen çocuklar acımasız şekilde yumruklarla giriyorlar birbirlerine. Aralarındaki sorunların nerden kaynaklandığı dahi belli değil. Herkeste bir hükmetme, dövme arzusu var. Çocuklar kuralları önceden konmuş bir şiddet geleneğinin içinde ifade ediyorlar kendilerini.

        Şiddet, banliyöyü teslim almış bir hastalıktan farksız. Okuldan eve dönen, bisiklet kullanan çocukların yalnız kaldığı geniş ve tenha banliyö sokaklarında sinsice ortaya çıkan seri katil de bu hastalığın bir parçası… Yıllar boyunca şiddetle cezalandırılmasının intikamını masum çocuklardan almak ister gibi bir hali var. DNA analizi gibi yöntemlerin olmadığı, güvenlik kameralarının yaygınlaşmadığı bir dönemin tüm avantajlarını kullanarak banliyöde görünmez hale gelmeyi başarıyor. Geride siyah balonlardan başka hiçbir ipucu bırakmıyor.

        REKLAM

        Filmin ana karakteri Finney (Mason Thames), seri katilin (Ethan Hawke) tuzağına düşmeden önce de şiddetle karşılaşan biri. Okulda zorbalar peşini bırakmıyor. Gerçi kavga etmesini bilen arkadaşı Robin’in (Miguel Cazarez Mora), desteğini alınca biraz olsun rahatlıyor ama evdeki sorunlarından kurtulması o kadar kolay değil.

        Eşinin ölümünün ardından kendini alkole teslim etmiş problemli bir babası (Jeremy Davies) var. Alıştığımız tarzda dayakçı babalara benzemiyor. Ama çocuklarına istediklerini yaptırmak için şiddetten başka yol bilmediği belli. Şiddet gösterdiği sahnede nerdeyse kötü bir gücün kontrolüne girmiş gibi… Dayak atarken yanlış bir şey yaptığını bilen ama yine de vazgeçemeyen, zayıf ve ezik biri.

        Okuldaki zorbalar, Finney’in babası ve maskeli seri katilin aynı şiddet kültüründen geldiği belli. Joe Hill’in 2004 tarihli aynı adlı öyküsünden Scott Derrickson ve C. Robert Cargill tarafından uyarlanan filmin asıl hedefi, bu şiddet kültürünü deşifre etmek ve karanlık kötülüğün karşısına banliyö çocuklarının doğa üstü güçlerini koymak…

        Filme adını veren fişi sökülmüş ‘siyah telefon’, katilin geçmiş kurbanları ile Finney arasında kurulan fizik ötesi bir bağı temsil ediyor. Polis dahil kimsenin çözemediği sorunu çocuklar kendi başlarına ölüler ve canlılar dünyası arasında alternatif bir iletişim bağı kurarak çözmeye çalışıyorlar. Finney’nin, medyum özelliklerine sahip kız kardeşi Gwen (Madeleine McGraw), hikâyenin kritik karakterlerinden biri. Dedektifler bile bir noktadan sonra tüm umutlarını Gwen’in rüyalarına, iç görülerine bağlıyor. Buna karşılık, babası Gwen’in doğa üstü yeteneklerini kullanmasını istemiyor. Çünkü annesiyle aynı kaderi paylaşmasını istemiyor. Doğa üstü güçlere sahip annenin intiharı, filmin belirsiz noktalarından biri. Annenin intiharında babanın ne kadar suçu olup olmadığını bilmiyoruz. Kesin olan, eşinin ölümünden sonra psikolojik dengesini kaybetmiş olması… Doğa üstü güçlere sahip Gwen’in psikolojik olarak ailenin en sağlam üyesi olduğunu, abisini bulmak için sürekli çaba sarf ettiğini, hatta boyuna posuna bakmadan zorbalara karşı fiziksel kavgaya girmekte dahi tereddüt etmediğini unutmamak gerek. Gwen, hayat dolu, mücadeleci bir kız; nerdeyse filmin en aydınlık ve umut verici kişiliği…

        ‘Siyah Telefon’, metafiziksel düzeyde olsa bile çocukların katile karşı yürüttükleri ‘takım çalışması’nın altını özenle çiziyor. Zorbalık karşısında tek çözümü kaçmakta bulan ve onlarla dövüşmeyi göze alamayan Finney’nin ilk bakışta katil karşısında şansı yok gibi görünüyor ama çocuklar siyah telefon üzerinden verdikleri öneri ve taktiklerle onu ayakta tutmaya çalışıyorlar. Film, çocukların zorbalığa karşı verdiği mücadeleyle Stephen King’in filme de uyarlanan ‘It’ (O) romanını akla getiriyor. ‘It’te palyaçonun gücü çocukları korkutmaktan gelir. King’in oğlu Joe Hill’in imzasını taşıyan ‘Siyah Telefon’da ise katil gücünü, çocuklar karşısındaki fiziksel üstünlüğünden alıyor. O yüzden ebeveyn şiddetiyle seri katil arasında bir bağ var ve çocukları kemerle dövmek bu bağın altını çiziyor.

        Scott Derrickson 2005 yapımı ‘The Exorcism of Emily Rose’dan bu yana korku gerilimde yönetmen olarak başarılı bir isimdir. Tekinsiz atmosferler kurmasını, abartılı şovlar yapmadan seyirciyi huzursuz etmesini bilir. ‘Siyah Telefon’da korkudan ziyade gerilim duygusu ağır basıyor. Finney daha seri katil tarafından yakalanmadan önce dahi her an kötü bir şey olacakmış hissiyle ilerliyor film. Görüntü yönetmen Brett Jutkiewicz’in bu hissi uyandırmada önemli bir payı var. Jutkiewicz – Derrickson ikilisi, Finney’in yakalanıp konduğu ses geçirmez bodrumda da etkili gerilim sahnelerine imza atıyorlar. Öbür dünyayla yapılan telefon görüşmeleri, çocukların aniden beliren görüntüleri ve hızlı kurgu tekniğiyle karşımıza gelen kısa flash-back sahneler gayet başarılı.

        Banliyöde herkesin ‘The Grabber’ dediği seri katilin taktığı farklı maskelerin de filmin tekinsiz atmosferine özel bir katkı yaptığını düşünüyorum. Katilin çocukları korkutup sindirmek için kullandığı Tom Savini imzalı maske tasarımları ve Ethan Hawke’nin oyunculuğu karakteri akılda kalıcı hale getiriyor.

        Doğa üstü korkunun en sevmediğim yanı, filmin bir noktadan sonra kötü niyetli varlıkların merkezde yer aldığı abartılı bir özel efekt şovuna dönmesidir. ‘Siyah Telefon’ ise farklı bir yerde duruyor. Doğa üstü unsurlar iyilerin yanındalar ve bu durum, filme alışılmadık bir hava veriyor.

        ‘Siyah Telefon’un sevmediğim yanı, şiddete karşı ‘kısasa kısas’ mantığını savunması. Diğer bir deyişle, tüm öyküyü banliyöyü saran dövüş döngüsüne mahkûm etmesi; şiddetin çözümsüzlüğüne dair bir alt metin içermemesi. Tam aksine, şiddet filmde çözüm yolu olarak çıkıyor karşımıza.

        Seri katil rolünü kabul etmeden önce düşünme süresi isteyen Ethan Hawke ve sorunlu babada Jeremy Davies filme derinlik getiren karakterler. Finney rolündeki Mason Thames başta olmak üzere gençler üstlerine düşeni yapıyorlar. Gwen rolündeki Madeleine McGraw gelecekte ne yapar bilmiyorum ama 12-13 yaşlarındayken oynadığı bu filmde herkesten rol çaldığını ve yaşından beklenmedik derecede iyi bir performans çıkardığını düşünüyorum.

        ‘The Exorcism of Emily Rose’ hariç öykülerinin bağlandığı yerleri çok sevmesem de Scott Derrickson’un günümüzün en iyi gerilim yönetmenlerinden biri olduğunu düşünürüm. Sonuç olarak, ‘Siyah Telefon’ da iyi tasarlanıp, iyi yönetilmiş bir gerilim filmi. Türün meraklılarına gönül rahatlığıyla öneririm.

        6.5/10

        Diğer Yazılar