Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Özel bir akşam yemeğini anlatan ‘The Menu’ filmini seyrederken bazı karakterler için sık sık başlıktaki cümle geçti aklımdan. Kafayı yediklerini; yani çıldırdıklarını düşündüm.

        Film bittiğinde düşüncelerim değişmedi. Özü itibarıyla kendi iş rutinlerine, hayat tarzlarına ve koşulların onları getirdiği noktaya isyan eden insanların hikâyesini seyretmiştim. ‘The Menu’ delilik, öfke ve isyanın kesiştiği bir ruh halinin filmi gibi geldi bana.

        Açıkçası, belirli bir noktadan sonra olay örgüsü çok gerçekçi değil. Hatta her şeyde mantık arayan insanların ‘Olur mu öyle şey?’ diyebileceği bir film belki ‘The Menu’... Ama öte yandan, filmdeki karakterleri çılgınlık ve şiddete sürükleyen koşulların gerçek olmadığını kim öne sürebilir ki?

        Kuşkusuz, bu filmdeki gibi uç noktalara gitmeden, pozitif yönde iç aydınlanma yaşayan; radikal kararlar alarak ve kimseye zarar vermeden hayatlarını tümden değiştiren insanlar olabilir. Ama ‘The Menu’ değişme şansını ve ruhlarının pusulasını tümüyle kaybederek çıkışsız bir yolda ‘kafayı yiyenlerin’ hikâyesini anlatıyor.

        Bir başka önemli nokta, filmin kendi alanlarında ‘başarının zirvesi’ne çıkarak veya zirveye yaklaşarak çıldıranlara odaklanması... Rekabetçi kapitalizmin hepimizin önüne sürdüğü başarı arzusuna ulaşanların ruhen tükendiği noktada geçen bir film seyrediyoruz.

        REKLAM

        Hikâyeyi de ‘zirve’ üzerinden anlatmaya başlayabiliriz. ‘The Menu’, gelecek ultra yüksek hesaba aldırış dahi etmeyecek birçok insanın rezervasyon yaptırmakta zorlandığı; belki aylarca sıra beklemeyi göze aldığı Hawthorne adlı ‘çok ama çok özel’ bir restoranda geçiyor.

        Öylesine özel ki, küçük bir ada üzerine kurulduğunu görüyoruz. Çalışanlar orada restoran için özel olarak inşa edilen tesislerde yaşıyor ve mutfaktaki malzemenin çoğu yine adadan geliyor. Restoranın özel tekneleriyle ulaşılan adada her akşam sadece ‘12 seçkin kişi’ye servis yapılıyor. İçlerinde dünyanın en zengin insanlarının da olduğu müşterilerin hiçbiri menüden yemek seçemiyor. Dünyaca ünlü efsane şef Julian Slowik (Ralph Fiennes) önlerine ne koyuyorsa onu yiyorlar. Şefin yardımcısı Elsa’nın (Hong Chau) rehberlik ettiği ada turundan sonra salona geçiyorlar. Şefi yemeğe kadar görüp sohbet etme şansları yok. Ayrıca menülerin fotoğraflarını çekmeleri yasak. Mutfakla restoran arasında duvar bulunmuyor ve yemek müşterilerin görebileceği bir yerde hazırlanıyor. Yemeklerin sunumu ve servis, şefin gözetiminde nerdeyse bir tören gibi gerçekleşiyor.

        Adayı, şef Slowik ile ekibini ve müşterileri, tekneye binmeden önce gördüğümüz genç çift Margot (Anya Taylor-Joy) ve Tyler’ın (Nicholas Hoult) bakış açısıyla tanıyoruz. Yemeği iple çeken, tadacağı her yemeği arzuyla bekleyen amatör gurme Tyler için şef Slowik yeryüzüne inmiş bir Olimpos tanrısından farksız. Margot ise onun tam aksine daha ilk andan başlayarak ortamdan hiç etkilenmeyen, yemeğe ve sunuma karşı hayli ilgisiz biri. Dahası Slowik’in para karşılığı hizmet verdiği insanlar üzerindeki etkisini anlamsız ve abartılı buluyor.

        Diğer müşterilerin profili pek şaşırtmıyor bizi. Sözgelimi, hayatları benzer restoranlarda geçen zengin çift Anne (Judith Lighy) ile eşi Richard (Reed Birney) veya kariyerindeki düşüşe 10 yıldır engel olamayan aktör (John Leguizamo) ve onun asistanı Felicity (Aimee Carrero) gibi… Hawthorne’u kuran sermayedarın yanında çalışan ve paranın her şeyi satın alabileceğine inanmış üç erkek arkadaş Bryce (Rob Yang), Soren (Arturo Castro) ve Dave (Mark St. Cyr) ise yemeğin ‘sonradan görme’leri arasındalar. Slowik’in ekmeksiz tabağına sadece onların isyan etmesi pek şaşırtıcı değil. Müşteri grubu, kibirli restoran eleştirmeni (Janet McTeer) ve çalıştığı derginin editörü (Paul Adelstein) ile tamamlanıyor. On ikinci müşteri ise kim olduğunu uzun süre öğrenemeyeceğimiz gizemli ve yalnız bir hanımefendi.

        REKLAM

        Mimari açıdan minimalist ve modernist bir havası olan restoran, belki her şeyiyle çok şık ve klas bir mekân. Ama tıpkı adaya geldiğimizde hissettiğimiz gibi soğuk ve itici bir yanı var. Yönetmen Mark Mylod’un bize birkaç planda gösterdiği yapraksız ölü ağaçlar ile restoran arasında uğursuz bir bağ hissediyoruz.

        Şef dışında kalanların yaşadığı mekânın bizi tek rahatsız eden yanı, kışla yatakhanesini andırması değil. Dünyanın en ünlü restoranlarından birinde çalışmak için öylesine bir hayat tarzını kabul etmeleri şaşırtıyor bizi. Sadece yeniler ve gençler değil, yemekleri hazırlayanlar da orada yaşıyor. Şefin ‘retro’ havası taşıyan büyük villasındaki yalnızlığı ile bu yatakhane arasındaki kontrast, adadaki gündelik hayatın feodal düzeni andıran bir yanı olduğunun açık kanıtı. Şef, dünyada Tanrı’nın temsilcisi konumunda… Şefin restoranda ve mutfakta uyguladığı askeri disiplin de fazla geliyor bize. Öte yandan, Hawthorne’un gerçek hayattaki karşılığı olan benzer restoranların zirvede kalma hedeflerini düşündüğümüzde, mutfaktaki mükemmel olma geriliminin çok da hayal ürünü olmadığını hissediyoruz.

        Filmdeki olaylar belki giderek daha gerçeküstü hale geliyor ama bizi bir şekilde gerçek dünyadaki benzeri restoranlarda olup bitenler üzerine düşündürmeyi başarıyor. Sonuçta, Slowik gibi şefler ortaya sanat eseri tadında yemekler koyuyorlar ama bundan sadece bir avuç şanslı azınlık yararlanabiliyor.

        ‘The Menu’, Slowik ve şanslı azınlığı birbirlerini zehirleyen karşılıklı bir ilişki içinde tarif ediyor. Şanslı azınlık, Slowik sayesinde en iyisini satın aldığından emin. Ama onlar için dünyada bir sürü ‘Slowik’ var. Birini bırakıp diğerine geçiyor ve hep yenisini arıyorlar. Ayrıca içlerinde Slowik’in yaptığı işin hakkını verebilecek çok fazla insan yok. Belki ağzının tadını bilen restoran eleştirmenleri var ama onların da güç sarhoşu olduklarının farkındayız. Öte yandan, Slowik’in hırs ve mükemmellik şiarıyla kendi ekibinin ruhunu zehirlediğini de görebiliyoruz.

        REKLAM

        Willy Tracy ve Seth Reiss’in yazdığı ‘The Menu’, Slowikin kendine ve işine ne zaman, nasıl yabancılaştığını anlatmıyor. Tek bildiğimiz, karşımıza geldiğinde hem kendinden hem şanslı azınlıktan nefret eden çılgın bir şefe dönüşmesi; seçkin müşterilerine mükemmel yemekler sunarken kendi ‘kafasını yemiş’ olması...

        O akşam için özel olarak seçtiği müşterilerine yemek sunmuyor. Yemek bazen psikanaliz seansına bazen sanat performansına dönüşüyor. Konuşmalarının alt metinlerinde sosyolojik alt metinler de var. Tüm garipliklerin ‘Siz ekmeği hak etmiyorsunuz?’ diyerek müşterileri aşağılamasıyla başladığını unutmamak gerek.

        Yıllar boyunca şanslı azınlığa şahane menüler sunarken belli ki sevdiği birine yemek yapmanın, karnı aç birini doyurmanın o basit ve benzersiz hazzını unutmuş Slowik… Filmin ana karakteri hiç kuşkusuz Margot ama her şey Slowik’in trajedisi üzerine kurulu. Sonuçta, Margot değişim yaşamıyor. Hikâye, gençliğinde çalıştığı fast food restoranında ayın elemanı seçilirken mutlu olduğunu gördüğümüz Slowik’in yaşadığı değişim sonrasında kendisine yabancılaşmasının sonuçlarını yansıtıyor. Margot, ‘Kıyamet’ filmindeki Yüzbaşı Willard’ı getiriyor aklımıza. Slowik ise Vietnam Savaşı sırasında merkezden uzak bir noktada askerleriyle birlikte ‘kafayı yiyen’ ve güç zehirlenmesi yaşayan Albay Kurtz’u andırıyor.

        ‘The Menu’, kuşkusuz ‘Kıyamet’ gibi bir başyapıt değil. Çok daha mütevazi bir film. Fikir iyi ve altı gerçekten dolu; ama hikâye örgüsünü çok beğendiğimi söyleyemem. Çünkü komedi ve gerilim çok iyi işlemiyor. Ayrıca Slowik ve Margot dışındaki karakterlerin özenli yazıldığını düşünmüyorum. Öncelikle Slowik’in ekibine ve orada patlak veren ‘kolektif deliliğe’ pek sızamıyoruz. Tyler’ın Slowik’e karşı duyduğu fanatik bağlılığın altı çok dolu değil. Müşterilerin çoğu karton karakterler. Margot ise hikâye örgüsündeki anahtar işleviyle öne çıkıyor ve ‘mutfak ekibi, Slowik ve müşteriler’den oluşan ‘çılgınlık üçgeni’nin dışında kalan biri olarak özel işlev taşıyor.

        REKLAM

        Başta Ralph Fiennes olmak üzere oyuncu kadrosu iyi ama Anya Taylor-Joy’un Margot için en doğru tercih olduğundan çok emin değilim. Taylor-Joy, içedönük, sakin, sofistike ve asosyal karakterlerde mükemmel bir oyuncu. Margot’yu da kendi tarzında yorumluyor. Ama Margot gibi çabuk düşünüp karar veren, refleksif ve konuşkan bir karaktere biraz daha sıcak kanlı ve duygusal bir yorum sanki daha iyi gidebilirdi.

        Son dönemlerde, daha çok televizyona çalışan yönetmen Mark Mylod, görüntü yönetmeni Peter Deming ve prodüksiyon tasarımcısı Ethan Tobman ile birlikte tıpkı restoranın kendisi gibi ‘şık ve soğuk bir iş’ koyuyor ortaya. Tekinsiz tabiat izlenimi veren ada çekimlerini ve restoran içindeki dekoratif alevlerin dahi ısıtamadığı soğuk ve loş renk paletini beğendim.

        Toronto Film Festivali’nde açılan ‘The Menu’nün Fantastic Fest’de İzleyici Ödülü aldığını belirtelim. Bir kara mizah örneği olarak ilgiye değer… Yüksek yemek kültürü üzerine bir filmin en iştah açıcı yiyeceğinin mütevazı bir çizburger olması ise kuşkusuz tesadüf değil.

        7/10

        Diğer Yazılar