Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bittiğinde çok memnun kalmadığınız ama seyrederken sıkılmadığınız; tam aksine, olayların nereye doğru gideceğini merak ettiğiniz filmler vardır. ‘Kulübeyi Tıkla’ (Knock at the Cabin) benim için tam da böyle bir filmdi…

        Ne çekerse çeksin, seyircileri filmin içinde tutmayı başaran bir yönetmen M. Night Shyamalan… Anlatım tarzları dahil birbirlerine benzeyen, ‘fabrikasyon’ filmlerin çoğunluğu oluşturduğu korku-gerilim janrında, ‘sürü’den ayrışmakta pek zorlanmıyor. Çünkü benzerine çok rastlanmayan hikâyelerin peşine düşüyor. Sözgelimi, önceki filmi ‘Old’u (2021) beğenmeseniz de hikâyeyi unutmanız kolay değildir. Paul G. Tremblay’in 2018 tarihli ‘The Cabin at the End of the World’ adlı romanından uyarlanan ‘Kulübeyi Tıkla’ için de aynısı geçerli.

        Film, huzur içindeki güzel bir ormanda açılıyor. 7 yaşındaki Wen’i (Kristen Cui), yakaladığı çekirgeleri cam kavanoza koyarken görüyoruz. Özgürlükleri elinden alan çekirgelerin, kısa süre sonra olacakları önceden simgelediğini söylemek mümkün. Wen’in çekirgelerin kaderine karar verecek sahip olması da filmin bütünü için önemli nokta. Çünkü film bir yanıyla özgürlüğün kaybı ve mutlak güçle ilgili… Çekirgelerle ilgilenen Wen’in bakış açısından uzaktan gelen iri yarı adamı (Dave Bautista) fark ettiğimizde belirli bir tehdit hissediyoruz. Gerçi adının Leonard olduğunu söyleyen dövmeli adam, dostça davranıyor; hatta çekirge toplarken Wen’e yardım ediyor, oyun arkadaşı oluyor ama bizdeki gerilim hissini bir türlü yok edemiyor. Çünkü neden kalkıp oraya geldiğini ısrarla söylemiyor. İki babasıyla birlikte ormandaki küçük evde kalan Wen ona kuşkuyla baksa da başlangıçta paniğe kapılmıyor. Ta ki onun uzaktan yaklaşan üç arkadaşını ellerindeki tehdit edici alet edevatla görene kadar…

        ‘Kulübeye Tıkla’ ile genel fikrim ve analizim ne olursa olsun, özellikle ilk 30 dakikasındaki gerilim hissinin gücünü inkâr edemem. Shyamalan, önce Wen’in, sonra da kiraladıkları lüks orman kulübesindeki iki babası Andrew (Ben Aldridge) ve Eric’in (Jonathan Groff) bakış açısından anlatıyor olup bitenleri… Dört kişinin kulübenin kapısını çalmasıyla birlikte gerilim yükseliyor. Shyamalan, Andrew ile Eric’in yaklaşan ve giderek büyüyen tehdit karşısındaki paniğini, saniyeler içinde aldıkları kararları, aralarında geçen diyalogları, kurtulma çabalarını detayları atlamadan, hareketli hızlı kamera ve orta uzunluktaki çekimlerle gösteriyor bize… Dört kişinin içeri girme çabalarını izlerken, ev basmayı, kavga etmeyi ve kendilerini savunmayı pek bilmeyen insanların mücadelesini izliyoruz. Daha önemlisi, ‘amatör baskıncı’ların içine düştükleri durumdan hiç hoşnut olmadıklarını gözlemliyoruz. Gergin ve asabi Redmond’u (Rupert Grind) dışarıda tutarsak, Sabrina (Nikki Amuka-Bird) ve Adriane (Abby Quinn), Leonard gibi ortamı sakinleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama bu durum, bir kulübeyi ve içindeki 3 insanı zorla ele geçirdikleri gerçeğini değiştirmiyor.

        Shyamalan, kulübeyi basan iki kadın iki erkek dört kişinin amacını açıklamayı uzun süre geciktirerek yükseltiyor gerilimi ve merak unsurunu… Neyi amaçladıklarını söylediklerinde de gerilim düşmüyor. Tam aksine, olayların nereye doğru varacağını sonuna kadar merak ediyorsunuz. Şöhrete ‘Altıncı His’ (The Sixth Sense) ile ulaşmış bir yönetmenin filmini seyrettiğiniz için, ister istemez sürprizler ve olay örgüsünde ani değişimler olabileceğini düşünmeden edemiyorsunuz. Beklentilerimiz ve zihnimizden geçenler bir yana, kulübedekilerin kendilerinden istenenleri yapmadıkları takdirde neler olacağı sorusunun yanıtı üzerinden gelişiyor film. Ama Shyamalan’ın odaklandığı üç temel mesele daha var.

        İlki, Andrew ve Eric’in baskının ilk anlarından başlayarak, her şeyin homofobiden ve ayrımcılıktan kaynaklanan bir nefret suçu olduğuna inanmaları…Baskıncıların aksi yönde gelen telkinlerine ve açıklamalarına rağmen özellikle Andrew, hiçbirine güvenmiyor; sezgilerinin doğru olduğuna inanıyor.

        İkincisi, iki grup arasındaki güvenmek veya güvenmemek sorunu… Kulübeye gelenler, Andrew ve Eric’in güvenini kazanmak için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Sabrina hemşire, Adriane anne, Leonard öğretmen olduklarını açıklayarak ve hayatlarından söz ederek onlara kalplerini açmaya çalışıyorlar. Ama tüm bunlar Andrew için fazla şey ifade etmiyor.

        Karakterler üzerinden baktığımızda, ‘Kulübeyi Tıklat’ı uzun süre ilginç hale getiren üçüncü mesele, ‘iyi ile iyinin çatışması’ üzerine kurulu olması… Sonuçta, kötü adam yok filmde, sadece yaklaşan büyük tehlike var. Karakterleri ayrıştıran ve çatışmaya neden olan ise söz konusu tehlikeye inanmak ve inanmamak arasında düğümleniyor. İşte bu yüzden, öykü ilerledikçe inanç, en az güven duygusu kadar güçlü bir tema olarak filmi kuşatıyor. Kuşkusuz, film boyunca Kutsal Kitap üzerinden yapılan dini göndermeler de var. Mahşerin Dört Atlısı da bunlardan biri…

        REKLAM

        Leonard ve arkadaşlarının tüm eylemleri, belirli bir noktadan sora aslında şu mesaja odaklanıyor: ‘Biz inanıyor ve bunun için her şeyi ama her şeyi göze alıyoruz. Peki, siz ne yapıyorsunuz?’. Andrew ile Eric’i dış dünyadan gelen inkâr edilemez kanıtlarla ikna etmeye çalışıyorlar. Kızları Wen için en iyisinin ne olacağı sorusunu koz olarak kullanıyor ve onları görüş ayrılığına düşürmeyi başarıyorlar. Öte yandan, adanmışlıkları, disiplinleri ve göze aldıkları, bizim için de rahatsız edici olmayı sürdürüyor.

        Tüm bunların, belirli bir yere kadar filmi sürükleyici ve ilgiye değer hale getirdiğini kabul ediyorum ama olayların son geldiği noktada ‘Kulübeye Tıkla’, içime sinmeyen bir film oldu. Belki aldatıldığımı hissetmedim. Hatta Shyamalan’ın en başından beri dürüst davrandığını düşündüm. Buna karşılık, her şey bittiğinde ‘Karakterlerin yerinde olsaydım ne yapardım?’ sorusuna vermem gereken yanıtın en başından belli olması hoşuma gitmedi. Sorgulamadan ziyade kendi tezini dayatan filmlerden ‘Kulübeyi Tıkla’…

        İnançsızlık eleştirisine hiçbir itirazım olamaz. Sonuçta çok sevdiğim Andrey Tarkovski sinemasının temellerinden biridir bu eleştiri… Ama öncelikle Shyamalan’ın hikâyesinde samimi, anlamlı bir eleştiri bulamadım. Ayrıca filmin dünyasından çıkıp düşünmeye başladığımda rahatsız olduğum birkaç nokta daha belirdi.

        Andrew film boyunca fanatizm ve bağnazlıkla eleştiriyor karşısındakileri. Sonuçta bunlar benim için de çağımızın en tehlikeli sorunları arasında yer alıyor. Shymalan’ın ise nerdeyse fanatizm ve bağnazlığa saygı duyma noktasına gelen bir hikâye kurgusu var. Bundan başka, ayrımcılık kurbanı olan insanların, paranoya nedeniyle doğru ve sağlıklı kararlar alamayacağına dair bir alt metin de var sanki filmde…

        Özetle, içerdiği bazı sinemasal değerlere, oyunculuk kalitesinin yüksekliğine rağmen son tahlilde beğenmediğim bir film oldu ‘Kulübeyi Tıklat’.

        5/10

        Diğer Yazılar