Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İbni Haldun’a aittir “Coğrafya kaderdir” sözü. Nerede doğarsan oranın kirine, çerçöpüne batar, oranın suyuyla yıkanır, oranın güneşiyle kavrulursun; oranın iklimi biçimlendirir geleceğini.

        Öyle bir iklim, öyle bir coğrafya ki bu coğrafya, tarih boyunca kendisine “uygar dünya” diyen uzak diyarların seyirlik alanı olmuş. Yaşadığımız gazap toprakları, oryantalistlerin uzaktan seyredip harabeleri karşısında hayrete düştükleri, geçmiş yaratılarını gıptayla seyrettikleri ama bir yandan da içinde yaşayan insanlarına hep küçümseyici, hep müstehzi bir ifadeyle baktıkları bir tiyatro sahnesi adeta. Onları üzen dramlar burada yaşanıyor, onları güldüren komediler de burada...

        Yukarıdan bir yerden bakıyorlar buralara... Onların uygar dünyalarına yepyeni imkânlar sunan her şeyin başlangıç yeri, kutsal kitapların yurdu, buğdayın yeşerdiği ilk yer bu coğrafya olduğu halde, buralar onlar için hep buhur kokulu, gizemli bir yer olmaktan öteye gidemedi. Bazı filmlerine dekor oldu çokça, bazı arkeologlara da kazı alanı... Buraların şimdiki zamanı onları hiç ilgilendirmedi.

        Şimdiki zamanda yaşayan insanlar, onların gözünde aydınlanma ışığından mahrum, gelecekleri karanlık, gittikleri yere pislik götüren, yere tüküren, karısını kızını döven, öldüren, “kara kafalı” birer yaratıktır.

        Siz bakmayın “Binbir Gece Masalları’nın yurdu” bu coğrafyanın seyitler, şeyhler, pirler, ermişler diyarı olmasına; siz bakmayın kelamın mekânı, yazının icat edildiği yerler olmasına; bunlar çok ama çok uzak bir geçmişin gurur duyulacak şeyleri... Şimdi bütün bu mistik diyar, bütün bu tütsü kokulu mekân, uygarlık namına yeni hiçbir şeyin gelişmediği, hiçbir yaratıcılığın boy vermediği kıraç bir coğrafyadır. Savaşların yurdudur, düşmanlıkların, kan davasının mekânı...

        O yüzden, onlara göre bu coğrafyanın insanı, bulunduğu mekânla hiçbir zaman bir sevgi ilişkisi kuramadı, kökleri çok derinlerde olduğu halde o toprağı hiçbir zaman kendi yaratıcılığıyla biçimlendirmedi, coğrafyayla ilişkisini hiç değiştirmedi, “kader” denilen şeyi, her inancın, her fikrin önüne koydu ve âlimin sözünü ters çevirerek “kaderinin adını coğrafya” koydu. Hep göçebe bir ruhla dolaştı. Şehirleşemedi, aidiyet duygusu gelişmedi.

        O yüzden Batı’nın hasır şapkalı beyaz adamı, bu “vahşi topraklarda” yaşanan bütün katliamlardaki payını unutarak, hep bir vicdan rahatlatma ritüeli eşliğinde, buralarda çıkan bütün büyük yangınları uzaktan seyretti. O felaket anlarında, o “yangının dumanı gelip çağdaş medeniyetlerinin havasını kirletmesin diye” tunçtan kanunlarıyla sıvadıkları çelikten zırhlarına çarçabuk büründü.

        Suriye’de başlayan iç savaş karşısındaki tavırları bunun somut bir tezahürüydü. Savaştan türemiş DEAŞ denilen vahşi, fanatik bir cinayet şebekesi, freni patlamış bir kamyon gibi insanlığın üzerlerine geliyordu. Kamyon geldi, Kobani denilen bir Kürt şehrinin duvarlarına çarptı. Zaten bu şehrin de bulunduğu ülke çoktan tarumar olmuştu. Bir diktatör müsveddesi, kendi halkından 300 binini kurşuna dizmiş, onlardan 1 milyon 700 bini Türkiye’ye sığınmış, orayı da zehirlemiş, onların umurunda değildi. Nasılsa âlim yıllar önce söylemişti; “coğrafya kader”di.

        Ama Kobani’de savaşan genç kızların fotoğrafları, onların “tımar görmüş seküler ruhlarına” iyi geliyordu. O şehrin müsaderesi sırasında sergilenen kahramanlıktan ne güzel sanat, ne güzel edebiyat olurdu... Savaşçı genç kızların kıyafetlerinden yeni moda koleksiyonları yaratılabilir, sürme çekilmiş gözleri ve muhteşem güzellikleri, cicili bicili moda dergilerine kapak olabilirdi.

        Ama Kobani’den kaçan sabi Aylan’ın (ki bir Kürt “özgür kantonundan” niye kaçar, o da ayrı bir soru ya...) yeri yoktu onların yurdunda. O “kara kafalı” bir çocuktu çünkü. Yarın büyüyecek, temiz şehirlerinin sokaklarına tükürecekti.

        “Uygar dünyalarına” ulaşmasın diye suya attılar onu. Su da hepimizin suratına... O, “dünyanın kıyısına vurmuş” bir resim olarak nakşoldu çoktan insanlığın hafızasına. Onun, biraz sonra uyuduğu yerden kalkıp kumsal boyunca koşacakmış gibi duran o resmi, Batı uygarlığı denen şey var oldukça kâinatta, bundan sonra o uygarlığın ikiyüzlü vicdanına çakılmış yağlı bir kazık olarak kalacak.

        Her daim sızı veren, kanatan bir kazık hem de...

        Diğer Yazılar