Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Eşim ve çocuklarımın vatandaşlığı hasebiyle yirmi yılı aşkın bir süreden beri bir İskandinav ülkesine gidip geliyorum.

        Her gidişimde, oralarda ebeveyn çocuk ilişkisini bildiğim halde, karşıma çıkan durumlarla ilk defa karşılaşıyormuşum gibi şaşırıyorum. Örneğin bir lokantaya gidiyorsunuz, bir masada dört kişilik bir aile var. Anne baba yemek yerken sohbet ediyorlar. Çocuklar da büyük bir keyifle onlara eşlik ediyor. Ne anne küçük çocuğun çenesinden tutmuş boğarcasına ağzına kaşık sokmaya çalışıyor, ne de baba ötekini, “konuşma da yemeğini ye” diye azarlıyor. Sanki kurulu bir zemberek her şeyi düzenlemiş, kimse kimsenin alanına müdahale etmeden, kimse kimseyi rahatsız etmeden, kimse kimseyi azarlamadan o sırada yapılması gereken şey neyse muhabbetle onu yapıyorlar.

        Sonra okullarda ödev diye bir şey yok. Eğitim saatleri içinde çocuklara ne öğretiyorlarsa o... Onun dışında varsa yoksa oyun... Bir de, oralara gidince görüyorum; bizim çocuklar sanki onların çocuklarından bir hayli ilerde. Bizimkilerin okulda öğrendikleri, oradaki akranlarından bir hayli fazla... Ama nasıl oluyorsa, oradaki çocuklar, büyüyünce mutlaka bir şey icat ediyorlar. Bizimkiler ise, iyi bir üniversiteye girip iyi bir iş bulabilmek için bir ömür veriyorlar.

        *

        Peki nedir bu işin sırrı?

        Biz kendi çocuklarımız üzerine bu kadar titrerken, onları iyi bir okulda okutmak için birçok şeyden feragat ederken, onca meşakkate katlanırken, nasıl oluyor da onlar bizim harcadığımız enerjinin çok daha azını harcayarak daha girişken, daha yaratıcı bireyler yetiştirebiliyorlar? Sanırım bu sorunun cevabı “zihniyet dünyamızda” gizlidir. Bizim “kalıplarımız” var. Dünyamız “karşıtlıklar” üzerine kuruludur. “Siyahın”ın karşılığı “beyaz”, “var”ın karşılığı “yok”, “sevmenin” karşılığı “sevilmek”, “kavuşmanın” karşılığı “terk”, “gitmenin” karşılığı “kalmak”tır bizim dünyamızda. İcatları ve mucitleri sevmiyoruz. Deli gözüyle bakıyoruz çizginin dışına çıkana, sürüden ayrılanı kurt kapar diye kaygılanıyoruz. Aklımızın almadığı, hoşumuza gitmeyen bir şey söyleyince çocuklarımız, “başımıza icat çıkarma” diye azarlıyoruz.

        Hayatımızın en makul kavramlarından birisi “kıyas”tır. Her şeyi her şeyle kıyaslıyor, “onunki varsa, niye benimki yok” sorusu kemiriyor beyinlerimizi. Çocuklarımızı tembihlerken bile arkadaşlarıyla kıyaslayarak övüyor veya azarlıyoruz. Bu durum da çocuklarda kıskançlık ve hasedi çoğaltıyor, rekabet duygusunu azaltıp bir an önce arkadaşı gibi olabilmesi için değişik yollara sapmasına yol açıyor. Bizde bir şey ya var, ya da yoktur... Herkesin, her konuda bizimle aynı fikirde olmasını istiyoruz. Herkesin kendimiz gibi memleketi sevmesini istiyoruz misal. Benim gibi sevmiyorsa bir an önce terk etsin diyoruz. Aşık olduğumuz kadın bizi sevmiyorsa, yaşama hakkı yoktur; benim değilse kara toprağın olsun istiyoruz.

        *

        Milli Eğitim Bakanlığına yeni atanmış olan Profesör Ziya Selçuk, vaktiyle katıldığı Taha Akyol’un programında yukarıda saydığım tespitlere benzer tespitler yaptıktan sonra bu durumu “patolojik ikilem” olarak tarif etmişti. Hoca’ya göre hayatımızda “gri alana” hiç yer yok. Bir imkan elimizden kaçtığında, başka bir imkan mümkün değildir bize göre. “Başka ne olabilir?” sorusunu sormuyor, bu sorunun peşine takılmıyoruz.

        Dolayısıyla da Selçuk’un dediği gibi, “Biz tek tip değil, tek tipçi yetiştiriyoruz.”

        Sanki her birimiz atomu parçalamış, birer gezegen keşfetmiş, ampulü veya röntgeni bulmuşuz da, aynen bize benzeyen, tıpkı bizim gibi düşünen, bizim sevdiğimiz takım hangisiyse onu tutan, oy verdiğimiz parti hangisiyse ona oy veren, sevdiğimiz yemeği seven, hangi araba markasından hoşlanıyorsak ondan hoşlanan, bizim gibi giyinen, bizim gibi yemek alışkanlığı olan çocuklar yetiştirmeye çalışıyoruz.

        İkinci bir “ben” yaratıyoruz.

        Kendimizden yeni bir kişi kopyalıyoruz.

        Kendi hikayemize bakmadan, kazandığımız zaferlerin muhasebesini yapmadan çocuklarımızın muhtemel “zaferlerini” daha çok küçükken ellerinden alıyor, daha doğrusu onların “zaferlerini” şimdiden “çalıyor”, hepsini kendimize benzeyen birer kişi haline getiriyoruz.

        Şu hikaye güzel bir örnektir meramıma.

        *

        İletişim psikolojisi uzmanı Doğan Cüceloğlu çocuklarımın okuduğu okulda, “çocuk ebeveyn ilişkisi” üzerine verdiği bir seminerde anlatmıştı hikayeyi, daha önce de yazdım, tekrar yazmakta hiçbir sakınca görmüyorum.

        Amerika’da “bilişsel psikoloji” üzerine doktora yaparken, günün birinde çok ünlü bir psikolog olan (adını da söyledi de aklımda kalmamış) hocalarından birisinin yanına gitmek istemiş.

        Varmış hocanın kapısına, çalmış kapıyı, girmiş içeri.

        Hoca büyükçe bir odada, bir berjer koltuğa oturmuş, arkasında bir okuma lambası yanıyor, ayaklarını uzatmış bir pufa, elinde bir kitap, içeri birisi mi girdi, umurunda değil. Hoca’nın tam karşısında da bir kanepe var. Kanepenin ayaklarının dibinde de henüz bir yaşına basmamış küçük bir çocuk, kanepeyle savaş halinde...

        Kapıyı kapatmış öğrenci, hocasının, gelişinden haberi var ama bana mısın demiyor. Beklemeye başlamış. Bakalım Hoca ne zaman konuşacak kendisiyle?

        Öyle beklerken bir yandan da göz ucuyla çocuğa bakıyor. Çocuk kanepenin önünde ha bire debeleniyor. Tutunuyor kanepeye ayağa kalkıyor, tırnaklarını bir yere geçiriyor, zorluyor kendini, yükselmeye çalışıyor, bir türlü kanepeye çıkamıyor; tam çıktım derken küt diye yere yuvarlanıyor.

        Öğrenci Türkiye’den gitmiş. Çocuğun debelenmesini gördükçe, kısa bir süreliğine Hocasını unutup çocuğa veriyor dikkatini. Çocuk kanepeden düştükçe, sanki kendisi düşüyormuş gibi oluyor; yazık değil mi bu sabiye?

        Arada bir de Hocasına bakıyor, Hoca hiç oralı değil; ne onu, ne çocuğu görüyor sanki, kitabını okumaya devam ediyor. Hoca’yı bırakıp tekrar çocuğa bakıyor.

        Bu kaçıncı denemedir? Bu kaçıncı düşüştür? Her defasında büyük bir başarısızlık, büyük bir hezimet ama çocuğun hiç pes etmeye niyeti yok.

        Sanki hiç o kanepeden düşmemiş gibi, her düşüşün ardından tekrar aynı denemeye sil baştan girişiyor.

        Bir ara, artık yufka Türk yüreği bu seyirlik oyuna daha fazla dayanamayan ve küçük bir çocuğa yardımım olsun da onu bu zahmetten kurtarayım diye düşünen öğrenci, Hoca’nın oradaki varlığını hiçe sayarak hızlı adımlarla çocuğa doğru yürüyor. Çocuğu koltuk altlarından tutup kanepeye oturtuyor.

        Oh be!

        Sonra gerisin geri yerine geçiyor, beklemeye devam ediyor.

        Yardımsever Türk öğrencisinin bu davranışını gören Hoca, elindeki kitabı sehpaya bırakıyor, okuma gözlüklerini çıkarıyor ve öğrencisine sert bir sesle:

        “Sen ne yaptın?” diye soruyor.

        “Hiç, çocuğu kanepeye çıkardım.”

        “Ben onu kanepeye çıkarmayı bilmiyor muydum?”

        “Ne bileyim, onu öyle görünce...” gibi bir şeyler geveliyor.

        Profesör bu kez öğrencisine, hayatının en önemli dersini veriyor:

        “Ben kitap okurken, bir yandan da göz ucuyla ona bakıyordum. Ne yaptığının farkındaydım. Ona bilerek müdahale etmedim. Düşe kalka o kanepeye tırmanmayı öğrenmesini bekledim. Ama sen ne yaptın?”

        “Ben ne yaptım?”

        “İyilik yapayım derken, dünyanın en büyük kötülüğünü yaptın ona.”

        “Niye ki?”

        “Çünkü kendisi çıkabilseydi o kanepeye, oraya çıkmayı öğrendiği için büyük bir zafer kazanacak, sonra dönüp babasına bakacaktı. Ben de bir baş parmak işaretiyle zaferini kutlayacaktım. Ama sen onun bu sevincini elinden aldın. Zaferini çaldın!”

        *

        Şimdi düşünün.

        Zaferinizi kaç defa çaldılar acaba sizden?

        İsveç’e her gidişimde, annelerin, babaların çocuklarıyla ilişkilerine bakıp kendi kendime, “Bunun önüne nasıl geçilebilir?” sorusunu soruyorum kendime.

        Sanırım bulduğum cevap şuna yakın bir şeydir:

        Zihin dünyamızda, Ziya Selçuk Hoca’nın deyimiyle “varla yok”un karşılığı olan “belirsizlik alanına” yer açarsak eğer, çocuklarımızı “ne olur başımıza bir icat çıkar” diye seversek eğer, ne onların muhtemel “zaferlerini” çalışmış, ne de kendimize benzeyen bireyler yetiştirmiş oluruz.

        Memleketin tıpa tıpa bana benzeyen ikinci bir kişiye ihtiyacı yok ki. Nasılsa ben varım! Olsa olsa ihtiyacı olan, benden farklı, benden yaratıcı, benden girişken birisidir. Onun yetişmesinde benim payım nedir diye sorun kendinize.

        Bulduğunuz cevaptan kendi payınızı çıkarın, gerisini “maarife” bırakın; sanırım o zaman yetişecek olan “arifler” daha kolay “irfana” ulaşır.

        Diğer Yazılar