Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Dostoyevski’nin sözüdür, “Budala”da geçer, “Dünyayı güzellik kurtaracak” der büyük romancı.

        Nicedir hasrettik bir güzelliğe…

        Yeni Zelanda’dan Jacinda Ardern adında güzel bir kadın çıktı, hepimize, biz bu dünyanın bütün fanilerine, elini avucu açmış, “kötülüğün sıradanlığı” karşısında bir çare arayan dünyanın bütün iyi insanlarına öyle bir güzellik yaptı ki, daha uzun süre bu muhteşem güzellikten bahsedeceğiz her vesileyle.

        İşin tek kötü yanı bize bu güzelliği, şehit edilen elli Müslümanın ölümü üzerine yaşatmış olması.

        Ama hani derler ya “her şerde bir hayır vardır” diye; bu vesileyle biz de Jacinda Ardern’i tanıdık ve insanlık adına iyice solmakta olan umudun kolay kolay tükenmeyeceğine bir kez daha kanaat getirmiş olduk.

        Bazen bir felaket karşısında bir jest, bir el, kaş, bir göz hareketi, çoğu zaman da bir söz bütün yaralara merhem gibi gelir.

        Jacinda Arder’in bu katliam karşısındaki sözleri, başörtüsü, okuduğu hadis de bize böyle geldi.

        Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern
        Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern

        *

        Adını çok duymadığımız, çoğumuzun yolunun düşmediği, adı kulağımıza çalındığında da pek itibar etmediğimiz bir memleket varmış meğer dünyanın öbür ucunda.

        Çoğu zaman haritalarda bile gösterilmez...

        Bir masal ülkesi...

        Yeşillikler içinde, insanla doğanın barışık yaşadığı, oksijeni bol, dağları sert, vadileri geniş, göz göz gölleri olan, bulunduğun her yerde denize yakın durduğun, bir ressamın elinden çıkmış gibi muntazam bir tabiatın içine yayılmış huzurlu bir ülke...

        1642 yılında Hollandalı kaşif Abel Tesman keşfetmiş ve kendi memleketinin adı Zeeland olan bölgesinden ilhamla “Yeni Zelanda” adını vermiş.

        *

        En çok kedi isimleri kulağıma çalınırken düşünürüm. Biz insanlar, hayvanlara kendi dillerimizden isimler koyarız. Oysa onların da bizim bilmediğimiz dillerinden mutlaka birer isimleri vardır. Belki de bizim koyduğumuz isimler, onların dilinde kaba, uygunsuz, komik de kaçıyor olabilirler; ama bilmeyiz.

        Belki de bir kediye “Minnoş”, bir köpeğe “Karabaş” adını koyarken, onları çok güldürüyor veya öfkelendiriyoruz, kim bilir.

        *

        Bu sömürgecilerin işi de öyle. Gidip işgal ettikleri her yeni yere kendi dillerinden yeni bir isim vermişler. Böylece orayı da kendileştirmiş, bilinen “medeni” dünyalarına katmışlar. Oysa orada yaşayanlar için orası onların yurdudur; bir adı vardır, gözüne korsan bandı takmış veya kafasına hasır şapkayı geçirmiş beyaz adamın gelip oraya keşfetmesi onların hayatına sadece ama sadece mutsuzluk ve kargaşadan başka bir şey getirmemiştir çoğu zaman.

        Çoğu zaman da o coğrafyada olmayan hastalıklar götürmüşler mesela..

        Abel Tesman veya James Cook istedikleri kadar oraya “Yeni Deniz Ülkesi” anlamına gelen “New Zeland” desin, oranın orada yaşayan yerlilerin dilinde gerçek adı “Büyük, Geniş Beyaz Bulutlar Ülkesi” anlamına gelen “Aotearoa”dır.

        Benim ve birçoğunuz için Tolkien’in “Yüzüklerin Efgendisi” romanı, sonra da bu romandan uyarlanan filmlerdir. Yazar üçlemesini yazarken bu ülkeden ilham aldı, yönetmen filmlerini bu ülkenin doğal dekorunda çekti.

        *

        Aslında onlarla Çanakkale’den tanışıyoruz. İngilizler, kendi askerleri yerine onların askerlerini, Anzakları sürdüler cepheye. Gencecik çocuklar adını bilmedikleri bir ülkeye doğru ölüme gelirken, anneleri uzun yolculuklara dayanıklı kurabiyeler pişirmişti onlara. Çıkınlarında bu kurabiyeler vardı. Annelerinin kurabiyelerini kemire kemire geldiler o çocuklar Çanakkale’ye, şimdi çoğu Mehmetçikle koyun koyuna yatıyor bizim topraklarımızda. O yüzden onlar bizi, bizim onları ölümden tanıyoruz biraz. (O günün anısına ANZAC markalı kurabiye hala revaçtaymış Yeni Zelanda’da.)

        *

        Dünyanın en huzurlu ülkesine kim gidip yerleşmek istemez ki... Sömürgeciler oraya “medeniyet” götürmek için giderken dinlerini de götürdüler. Ama Müslümanların oraya gidişi keşiften üç yüz yıl sonrasına rastlar. Bugün 46 bin Müslüman yaşıyor bu güzel ülkede, bunlardan 4 bini adanın yerli halkı Maori’dir.

        Nüfusun büyük çoğunluğu Hıristiyan’dır, başka inançtan azınlıklar da var. İki milli marşı, üç resmi dili var ülkenin. İngilizce ve Maoi dili dışında işaret dili de resmi dildir burada.

        Bu coğrafyada yerlilerin dışında herkes sonradan geldiği için, toprak ve vatan kavgası yoktur. Orada yaşayan herkes oralıdır. Çok kültürlü, çok dilli, çok kimlikli bir memlekettir.

        Herkes birinci sınıf vatandaştır.

        Yerli Maoriler, birbiriyle selamlaşırken, “Nefesim nefesine karışsın ki dost olalım” duygusunu geçirmek için burunlarını birbirine sürterler.

        1893 yılında kadınlara oy hakkını veren ilk ülkedir dünyada.

        Hiç kimse ayrımcılığa uğramıyor burada.

        Müslüman öğrenciler ibadet etsin diye bütün okullarda mescit var.

        Ve burada yılan, akrep ve çıyan yaşamıyor.

        *

        “İnsan yaşadığı yere benzer

        o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer

        suyunda yüzen balığa

        toprağını iten çiçeğe

        dağlarının tepelerinin dumanlı eğimine” demiş ya Edip Cansever hani, yaşadığı yeri bilmeden, Başbakanları Jacinda Ardern’in Müslüman katliamı karşısındaki tavrını anlamakta güçlük çekebiliriz.

        Katliam haberi duyulur duyulmaz kalktı Christchurch şehrine gitti. Camide yakınlarını kaybedenlerin yanına başörtü takarak vardı. Orada dedi ki:

        Bu saldırıya maruz kalanların çoğu göçmen olabilir, mülteci de olabilir; ama onlar Yeni Zelanda’yı kendilerine yurt olarak seçtiler ve burası onların yurdu. Onlar biziz. Bize karşı bu saldırıyı gerçekleştiren şahıs ise bizden değil.”

        *

        Mormon kabilesinden bir ailenin kızıdır.

        Çocukluğu Murupara’da, yoksulluğun en yoğun olduğu, Maorilerden oluşan uyuşturucu ve organize suçlar çetesi Black Power’ın en etkili olduğu bölgelerden birinde geçti.

        Fakir bir bölgeydi burası. Çocukların ayakları yalın, kafaları kabaktı. Bu yoksulluk bilincinde yer etti, siyasete girmesinde bu görüntüler önemli bir yer tuttuğu söylenir.

        İletişim fakültesini okudu. Daha 17 yaşında genç bir kızken İşçi Partisi’ne üye yazıldı.

        Denizaşırı bir ülkede yaşamak ve çalışmak, nedense pek çok Yeni Zelandalı gencin rüyasıdır. Özellikle de İngiltere en çok tercih edilen ülkedir.

        Adern de öyle yaptı, İngiltere’ye gitti. Ama akranları gibi bir pup’ta garsonluk yapıp, boş kalan zamanlarda gezip eğlenmedi. Bir yolunu buldu, Başbakan Tony Blair’in ofisine girdi. Burada yardımcı direktör olarak çalışmaya başladı.

        2007 yılında Uluslararası Sosyalist Gençler Birliği’nin başkanı seçildi. Cezayir, Hindistan, İsrail ve Ürdün gibi ülkelere gitti, gezdi, tanıdı.

        Sonra memleketine döndü.

        2008’de ilk defa milletvekili adayı oldu, küçük bir oyla kaybetti ama partisinin liste adayı olarak yine de meclise girdi.

        Daha 28 yaşındayken Temsilciler Meclisi’nin en genç üyesi oldu.

        2011 ile 2014 seçimlerinde Auckland’dan aday oldu, iki seçimi de kaybetti. Yine parti listesindeki adaylardan olduğu için Meclis’e girebildi.

        Eşcinsel evliliğe bakışı bazı sorunlara yol açtı. Kiliseden uzaklaştı. 2014’te bir festivalde DC’lik yapınca, siyasetçi olmanın yanı sıra bir magazin figürüne de dönüştü.

        2017’de boşalan Auckland vekilliği için yapılan seçimi önemli bir farkla kazandı. İşçi Partisi’nin lideri Annette King istifa edince, partinin genel başkanlığına seçildi.

        Başkan seçildikten sonra sergilediği performansı ve güzelliği nedeniyle medya onu Kanada’nın yakışıklı Başbakanı Justine Trudeau’ya benzetti.

        2017 seçimlerinde partisi ikinci parti oldu. Seçimden birinci çıkan parti de tek başına hükümeti kuracak kadar oy almadı. Seçimden üçüncü çıkan Merkez Sol Parti hükümeti kurması için Adren’e destek verince Başbakan oldu.

        Başbakan olduktan kısa bir süre sonra doğum yaptı. Böylece, görevdeyken anne olan ilk Başbakan unvanını kazandı.

        Daha bebeği üç aylıkken onu alıp New York’a, Birleşmiş Milletler toplantısına götürdü.

        *

        Cami katliamını çok hızlı “terörist bir saldırı” olarak nitelendirerek öne geçti. Yaptığı açıklamada şunları söyledi:

        “Christchurch, bu kurbanların yuvasıydı. Bazıları burada doğmamış olabilir; ama onların yurt olarak seçtikleri yerdi Yeni Zelanda. Gelip yerleştikleri ve bağlandıkları yer. Çocuklarını büyüttükleri yer. Sevdikleri ve sevildikleri şehirlerin, kasabaların, mahallelerin sakinleri oldukları yer. Kiminin, can güvenliği için geldiği yer. Kültürlerini ve dinlerini özgürce yaşayabildikleri yer. Bu gece evlerinizde beni dinliyor ve böyle bir şeyin burada nasıl olabildiği sorusuna cevap arıyorsanız, biliniz ki biz Yeni Zelanda olarak nefret ehline güvenli bir liman teşkil ettiğimiz için hedef alınmadık. Bu eylem için seçilmemizin sebebi ırkçılığın kabul gördüğü ve aşırılığın barınabildiği bir yer olmamız değil. Tam aksine; öyle olmayışımızdan ötürü seçildik bu eylem için. Çünkü biz çeşitliliği, iyiliği, merhameti temsil ediyoruz; değerlerimizi paylaşanlara yurt, ihtiyaç duyanlara sığınak oluyoruz. Ve sizi temin ederim ki bu değerler bu saldırıyla sarsılmayacak ve sarsılamaz. Biz, 200’den fazla etnisitenin bulunduğu, 160 lisanın konuşulduğu bir ülkeyiz ve bununla iftihar ediyoruz. Bu çeşitlilik içinde ortak değerler paylaşıyoruz. Ve şimdi -bu gece- öne çıkan ortak değerimiz, bu trajediden etkilenen topluluğa şefkatimiz ve desteğimizdir; ikincisi, bunu yapan kimselerin ideolojisini mümkün olan en kuvvetli şekilde kınamaktır. (O teröristlere diyoruz ki) Siz bizi seçmiş olabilirsiniz; ama biz sizi külliyen ret ve mahkûm ediyoruz.”

        Christchurch’deki taziye sırasında yakınını kaybeden bir Müslümana sarılışın fotoğrafı şimdiden şefkatin, acıya ortak olmanın en iyi karesi olarak hafızalarda yer aldı.

        Ardern taziye sırasında orada bulunanlara şunları söyledi:

        “Yeni Zelanda bu değil. Yeni Zelanda olan, şu son 24 veya 36 saat içindeki hadiselerin sadece size destek kısmıdır.”

        Başında başörtüsü vardı. O kadar sahici, o kadar insan gibi terör kurbanlarının yakınlarına sarıldı ki, sanki o’saat kendisi de Müslüman olmuştu.

        Dudaklarından dökülen, “They are us” (Onlar biziz) cümlesi, “hepimiz Müslümanız” şeklinde bütün dünya dillerine tercüme edildi.

        Katliamdan bir hafta sonra Cuma günü kılınan öğle namazına katıldı. Kendisiyle birlikte bütün Yeni Zelandalı kadınlara başörtüsü takma ricasında bulunmuştu. Namazdan önce yaptığı konuşmasını bir hadisle bağladı:

        “Peygamber Muhammed dedi ki: ‘Karşılıklı şefkat, merhamet ve sempatileri ile inanlar tek bir beden gibidir. Vücudun herhangi bir kısmı acı çekerse, tüm vücut acı hisseder.’ Yeni Zelanda sizinle. Yasta, biz biriz.”

        Katile de bir çift sözü vardı:

        “Yaptığı terör eylemi ile hedeflediği şeylerden bir tanesi şöhret. Bu nedenle onun ismini telaffuz ettiğimi asla duymayacaksınız. O bir terörist. O bir suçlu. O bir aşırılıkçı. Ama o, ben konuşurken, isimsiz olacak. Sizden de ricamdır: Kaybedilen hayatların isimlerini zikredin, o hayatlara kıyan adamın ismini değil. Şöhret istedi ama biz Yeni Zelanda’da ona hiçbir şey vermeyeceğiz; ismini bile!”

        Yaptığı barbarca eylemin ismiyle anılmasını her şeyden çok arzulayan Haçlı artığını derin bir kubura gömmek için bundan daha güzel bir cümle bulunamazdı.

        O yüzden şimdi bütün dünyada “Jacinmania” salgını var!

        O yüzden Jacinda güzeldir.

        O yüzden “güzellik kurtaracak dünyayı...”

        Diğer Yazılar