Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Penceremizin önünde bir dut ağacı var.

        Öyle büyük bir ağaç değildir.

        Ama her sene öyle dut tutar ki, ağacın beli bükülür, taşıyamadığı ağırlıktan dalları salkım saçak yerlerde sürünür.

        Ağacın bu haline acımış olmalı ki, sitenin bahçıvanı, bu sene tamamen budadı ağacı. Gövdesi ve birkaç ana dalı kaldı. Kestiği uçlara da bir şeyler sürmüş olmalı; şimdi ağacın her yerinden ufak ufak filizler çıkmaya başladı.

        *

        Öğretmeni çevreyle, doğayla ilgili bir ödev vermişti oğluma.

        Nasıl bir ödev yapalım diye birlikte düşünürken fikir ondan çıktı.

        Penceremizin önündeki dut ağacının bu halinden başlayarak sık aralıklarla fotoğraflarını çekecek.

        Ta ki, tekrar eski halini alıncaya kadar.

        Bu da sanırım haziran sonunu bulur.

        Bakalım, bekleyip göreceğiz; fotoğraflar nasıl bir film çıkaracak ortaya?

        *

        Dut ağacı deyince hasrete benzer bir şey belirir içimde... Tam kavuşacakken, elinden alınan sevdiğin bir şeyin sende geride bıraktığı özlem gibi bir şey mesela...

        Çocukluğumun çok uzak zamanlarına giderim ister itemez. Baharın ürkek filizlerini uzattığı, evimizin yanında akan nehrin gürültüsünün azaldığı, her şeyin artık bir dinginliğe ulaştığı, serin rüzgarların yerini ılık bir yele bıraktığı, arıların kovanlarından uçup çiçek arayışına çıktığı, öyle hafif, öyle uçucu, öyle tülden zamanlar ki, uzansam dokunamam, dokunsam elimden kayar, yanarım çekip gitmesine tedirginliğini yaşadığım zamanlara...

        Vadiye sıcak inecek, göç yolları göründü bize.

        Biz tek bir ağacın bile bulunmadığı dağ başındaki serin yaylaya gideceğiz, meyve veren bütün ağaçlar burada kalacak.

        Biraz oyalansak, birkaç gün daha dişimizi sıksak dutlar olacak; bakın nasıl da acele ediyorlar!

        Ama çocuğum ben, derdimi kimseye anlatamam.

        Bin yıllık geleneği ben mi bozacağım? Her sene aynı zamanda, aha dutlar oldu olacak zamanlarda bırakır onları gideriz biz buradan.

        Gideceğiz, nasılsa dutlar arkamızdan gelecek!

        *

        Dalından dut yemeyen çocuğun, çocukluğu eksiktir.

        *

        Dalından dut yemek için, bir çocuk kafilesiyle birlikte yayladan firar etmişliğim vardır mesela benim.

        Birkaç saatlik bir yolu çocuk başımızla, hiç kimseye haber vermeden, kaybolma, vahşi hayvanlara yem olma pahasına kat ettik; köyün girişindeki büyük dut ağacının altına geldik, dalından tıka basa dut yedik, üstümüz başımız dut balına bulanmış bir halde, geldiğimiz yoldan geri gittik yaylaya.

        Annemden yediğim azarın, çektiği kulağımın verdiği acı değil, o gün yediğim dutun tadı var hala damağımda.

        *

        Yediğinizde, sizi çocukluğunuza götüren tek meyvedir dut.

        *

        Şimdi bu cümleyi yazarken bile çadırların baktığı tepenin başında babam belirdi. Cuma akşamıdır, karanlık henüz inmedi yaylaya. Cuma namazını köyde kılmış babalar.

        Öğlen yemeğini yiyip öyle yola çıkmışlar.

        Babalar günüdür çünkü cuma günü.

        O gün babalarımız yaylaya gelir.

        İşveli bakar o gün annelerimiz. Tam bir haftadan beri bu günü bekliyorlar özlemle.

        Geçen hafta geldiğinde, “Henüz olgunlaşmadılar” dedi, dut getirmemişti. Dut getirmeyince, hiç bir meyve de yoktu haliyle.

        Önce dut çıkar, öncüsüdür bütün yaz meyvelerinin.

        Yaşasın, hasır bir sepet var kucağında bu kez atın üzerindeki babamın. Sepetin içinde dut var, dutların üzerini örten yeşil yaprakları var.

        *

        Dut, özlemin meyvesidir.

        Hayatta en büyük özlemi de bülbül çeker.

        Ama nedense yaramıyor bu meyve zavallı bülbüle.

        Yiyince dilini yutar.

        *

        Dut ağacının olduğu yerde ipekböceği vardır. Bir yerde dut ağacına rastlarsanız bilin ki ipek iklimindesiniz. İpekböceğinin tek gıdası dut yaprağıdır çünkü. Antik çağda Bitinya bölgesi olarak adlandırılan Bursa, Adapazarı, Bilecik üçgeni “su gibi” ipeğin anayurdudur.

        Vakti zamanında burada üretilen Bizans ipeği o kadar kıymetliymiş ki, satışı yasakmış. Burada üretilen ipek, sadece imparator tarafından başka bir hükümdara hediye edilebiliyormuş.

        *

        “Su gibi ipek” deyimi bana değil, büyük hikayeci Sait Faik’e aittir. Onu edebiyat dünyasına kazandıran, hayatında yazıp yayınlanan ilk hikayesinin adı “İpekli Mendil”dir. Hikayelerinin içinde en meşhur olanıdır. Bu hikayenin hikayesini 1954 yılında Amerikan Kolejlileri Yıllığı’nda kendisi şöyle anlatır:

        “Bursa Lisesi’nde onuncu sınıftaydım, edebiyat hocamız bir vazife yazmamızı istedi. Ben İpekli Mendil isimli bir hikaye yazıp verdim. Ertesi ders hoca bu hikayeyi bütün sınıfa okuttu. Neden okutuyordu bir türlü anlamamıştım. Meğerse hikayeyi çok beğenmiş, sonra beni yanına çağırıp; ‘Eğer böyle yazmakta devam edersen iyi hikaye yazabileceksin sen’, demişti. İşte ilk bu şekilde yazmaya başladım.”

        İpekle başlayan serüven, dut tadında bir edebiyatla doruğa çıktı.

        *

        Sait Faik, “İpekli Mendil”de, Bursa İpek Fabrikası'na, parası olmadığı için sevgilisine ipekli mendil çalmaya gelen bir küçük hırsızı anlatır. Anlatıcı, hırsızı yakalar ancak hikayesini dinleyince acır zavallı aşığa, serbest bırakır. Gece fabrikada uyurken penceresinin önündeki dut ağacına birisinin tırmandığını duyar, sesini çıkarmaz, aynı hırsız sessizce pencereden tekrar girer. Hikayenin gerisi şöyledir:

        “Halbuki o, yine geldiği gibi bomboş, sessiz sedasız pencereden sıyrılıp gitti. Bu anda da bir dal çıtırtısı işittim. Düşmüştü. Aşağıya indiği zaman, başına kapıcı ile beraber birkaç kişi birikmişlerdi.

        Ölmek üzereydi. Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı. Avucunun içinden bir ipekli mendil su gibi fışkırdı.

        Ya... İyi, halis ipekli mendiller hep böyledir. Avucunun içinde istediğin kadar sıkar, buruşturursun: Sonra avuç açıldı mı, insanın elinden su gibi fışkırır.”

        *

        Çeşit çeşittir dut. En makbulü beyaz olanıdır. Morla kırmızının karışımı bir çeşidi var, bir de en çok bilinen karadut tabi..

        *

        Shakespeare’e de ilham kaynağı olmuş mitolojik bir hikayesi vardır karadutun, şöyle:

        Piramos ile Tisbe’nin efsanesini bileniniz vardır mutlaka... Shaekspeare, “Romeo-Juliet” demiş onlara...

        İki aşığın Babil kentinde yaşadıkları rivayet edilir. İki komşu aşığın yaşadığı evleri, bir duvar ayırıyor birbirinden. Birbirleriyle görüşmeleri yasak, onlar da bir delik açıyorlar duvardan, oradan haberleşiyorlar.

        Madem aileler kavuşmalarına engel, onlar da kaçmaya karar veriyorlar. Buluşma yeri şehrin dışında, Ninos’un mezarına gölge veren, dut ağacının altında olacak. Bir de pınar var ağacın altında, zaten mevsim dut mevsimi, ağacın dalları yüklü, ağırlıktan pınarın sularına kadar eğilmiş dallar, beyaz dutlar pınarın soğuk suyunda yıkanıyor adeta.

        Seher vakti önce Tisbe çıkar evden. Omuzlarında ipek bir şal var. Tatlı bir yaz başı serinliği vardır havada. Dut ağacının altına varıp oturur oturmaz, ormandan bir aslan çıkar. Belli ki avını yeni parçalamış, ağzından damlayan sıcak kanla, pınara su içmeye geliyordu aslan.

        Tisbe korkar, koşarak yakındaki mağaraya girip saklanır. Koşarken ipek şalı omuzlarından düşer.

        Aslan pınardan su içer, ormana geri dönerken yerde gördüğü şalı kanlı ağzıyla parçalar.

        Biraz sonra Piramos sevgilisiyle sözleştikleri yere gelir. Aslanın ayak izleri ve Tisbe’nin kanla kirlenmiş ipek şalının parçaları vardır her yerde.

        Şalın parçalarını toplar, dut ağacının altına gider. Onları koklar, öper, bir aslan tarafından parçalanarak öldürülen sevgilisine ağlar, ağıt yakar; ondan önce gelmedi diye kendini suçlar.

        Sırtını dut ağacına verir. Kılıcını çeker, kalbine saplar. Kan oluk gibi fışkırır göğsünden. Dut ağacının köküne doğru akar kan. Ağaç kanı kana kana içer, gövdesini sarar kan, sonra tıpkı yürüyen su gibi dallarına yürür, oradan beyaz meyvesine ulaşır, beyaz dutlar adeta karalar bağlar, karakırmızımor karşımı bir renge bürünür.

        Tisbe saklandığı mağaradan çıkar, koşarak dut ağacının altına gelir, bir de bakar ki aşığının kalbine saplanmış bir kılıç, ağacın her yerine bulaşmış kanı var.

        Sevgilisini kollarına alır, ağlamaya başlar. O kadar gözyaşı döker ki, ağacın gövdesine ulaşan gözyaşları oradan dallarına, oradan da yapraklarına ulaşır.

        Tanrılar Piramos’un kanını dutun meyvesine, Tisbe’nin gözyaşlarını da yapraklarına vererek, o büyük aşkı karadutla ölümsüzleştirirler.

        O günden bugüne ele bulaşan karadut lekesini, yine karadutun yaprağından başka hiçbir şey temizleyemez.

        *

        Pencereye gittim, yolunmuş dut ağacına tekrar baktım. Çok değil, otuz kırk gün sonra yine salkım saçak meyve verecek bir ağaca hiç benzemiyor şimdilik ağacımız.

        Ama biliyorum, dut ağacı kutsaldır, kökleri derindedir. Ne kadar budanırsa budansın, kısa sürede bir o kadar gürleşir.

        Oğlum Miro dalından dut yemek için, babası gibi uzun bir yolculuğa çıkmayacak, çünkü dut pencereden evine girecek.

        Haziran’da...

        Diğer Yazılar