Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kızımlaoğlumu okulagönderdim, döndüm pencerenin önüne. Bütün gece hiç eksilmeyen şehrin sesine, bu saatte martı sesleri ve vapur düdükleri karışıyor. Buradan duyulan, bir borudan çıkan geniş ve yaygın vapurun sesi, duymayanlar için İsrafil’in borusu sanki...

        Akşam,Din Kültürü dersineçalışırken kızım İsrafil’in Surunu tarif etmeye kalkıştıydı. “Tuhafbir ses çıkaran uzun ve garip borudiye başlayınca,uzun ve garip olduğunu görenyokkikızım, başka bir şekilde tanımla”diye uyardım. “Mahşer gününün geldiğini haber veren...” diye başlayınca, işte şimdidoğru bir tanımadoğrugittiğinisöyledim.

        Sabahın busaatlerimahşerideğilbu şehirde. Tam tersine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle, “henüz sedefini kıramayan bir inciye benziyor”İstanbul bu vakitlerde.

        Onun devrinde kadim bireski zamanmahallesinde yaşıyor olsaydım eğer,bu saatte ilk duyacağım ses avludaki tulumbanın sesi olacaktı. Çırakların su taşıdığını duyacak, vitrinleri silmeye başlayacaklarını anlayacak, kitapçı akşam tıkıştırdığı kitapları dükkandan dışarı taşıyacak,kapının önündeki tezgahakitaplarıyan yana ekmek somunları gibi dizecek,berber havluları çırparak asacak,saatçi saatleri ayarlayacak, kunduracı kunduraları silecek, manav çoktan bitirdiğikapı önü süslemesine son bir güzellikyapacak, kasalara biraz daha yeşil yaprak serpecekti.

        Bütün bunlar bendenuzakta, hiç birisinin sesi gelmiyor bana.Duyduğum tek ses, köprüden geçen ve köprüye giren araba sürüsünün artık tek sese dönüşmüş olantekdüzeuğultusu...

        Alıştım artık buuğultuya.

        *

        Bundan yıllar önce Bostancı’da tren yoluna bitişik bir eve taşınmıştık. İlk gece gelip geçen tren sesinden uyuyamamış, sabah kalktığımızda ev arkadaşımla birlikte ikimizin burnundan kan gelmişti.

        Bu gürültüye alışma süresi bir hayli sürdü, sonra trenin sesini duymaz olduk.

        Burada da köprüden yayılan uğultuyu kulaklarım duymuyorartık;bu saatlerde daha çok göze iş düşer.

        *

        İlk karşılaştığımızşeyi duymaz, görürüzderler.Bir topluluğa girdiğinizde sadece deney olsun diye yapın. Etrafkalabalık, içeri girdiğiniz anda ilk karşınıza çıkana elinizi uzatın ve “Ben havuç” deyin. Elinizi tutan mutlaka “memnun oldum” diyecek.

        Çünkü ilk karşılaştığımız kişi sesimizi duymaz, bizi görür. Kulaklarını kapatır gözlerini açar.

        Rahmetli Hüsamettin Arslan’dan kalmış aklımda.

        Göz düşünmez, düşünme organımız kulaktır.

        Göz aptaldır, kulak bilge...

        Kulak ruhanidir, göz ise seküler...

        Gerçeği görürüz, hakiki olanı ise işitiriz.

        Hakikat kulağa, gerçek göze hitap eder. Hakiki olan her şey sanki Ahmet Hamdi’nin sözünü ettiği dönemlerde kaldı; şimdi her şey gerçek!

        Hakikat belirsizdir, gerçek ise kesin. Hakiki olan ele avuca gelmez, her daim bir hayat boyunca hakiki olanın peşinden koşarız ama nafile; aslında hakikat diye bir şey yoktur!

        “Hakikatler, hakikat olduklarına inandığımız illüzyonlardır” derNietzsche.

        *

        Salonumuzun penceresinden görünen küçük koruya bakıyorum. Vakti zamanında ev almak için dolaşırken İstanbul’u, bilge bir arkadaşım, “Öyle ahım şahım bir manzara arama bu şehirde, evin önü açık olsun yeter, sabah kalktığında ufuk çizgisini görüyorsan en güzel manzara odur” demişti.

        Haklıymış.

        Buraya ilk taşındığımızda yeni dikiyorlardıfidanlarışu anda baktığımo kıraç boşluğa. İnşaat hafriyatının döküldüğü bir yamaçtı fidanların dikildiği yer. O fidanların büyümesine tam tamına on üç yıldan beri şahitlik ediyorum. Küçükfidanlar bu süre zarfında dal verdi,her birikocamanbirer ağaca dönüştü,şimdiyemyeşil birkorulukolmuşduruyor karşımda.

        Küçük parkı saklıyor içinde o küçük koruluk.

        İlk açılışını da hatırlıyorumparkın. Sonra tabelayı koymuşlardı, adını öğrenmek için kalkıp gitmiştim, giriştetaş görünümü verilmiş özenli beton bir kaidenin üzerine“Attila İlhan Parkı” yazısını görünce, şairin bilmediğimyepyenibir şiiriyle karşılaşmış gibi sevinmiştim.

        Demek çocuk parklarına, şairlerin de adını veriyorlar artık bu şehirde!

        Kızımız bir şairin adını taşıyan bir parktailksalıncağa bindi,ilk defakudretli bir şairin adını taşıyan bir parktakikaydıraktan kaydı.

        *

        Şairlerin içindenevi şahsına münhasırbir şairdir Atilla İlhan. Ne yazık ki ben onun o gümbür gümbür şiirleri yazdığı, o çok cesur yıllarına yetişemedim.

        Seksenli yıllarda, Taksim’de, şimdi yıkılmış da meydana katılmış sıra sıra yan yana duran pastanelerden birinde otururduher daim. Caddeden her geçişimde başında kasketiyle onu hep aynı masada otururken görürdüm, yanımda her zamanbirileri olurdu, belki de en çokdaHasan Bülent Kahraman...

        Hiçbir zaman cesaret edip gidemedim masasına. Sonra oradan kalkar, Harbiye’ye doğru yürümeye başlardı. Arkadan gizli gizli takipetmişliğim bile var.

        Yine de önüne geçiphayranlığımı belirtmecesareti bulamadım kendimde.

        Oysa o çok cesur bir şairdi.

        1940’lı yıllarda Nazım Hikmet’in affı için yaptıkları, tek başına onu şiiri kadar sevmeye yeter. Yahya Kemal’in,şairin affı için bir imza vermesindiyekırk takla attığını okuyunca, onun “Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz diye sesini yükseltmesinekasket çıkarmamakelde değil.

        Bir kez konuştum onunla.Ara Güler’in fotoğraflarından oluşan bir İstanbul takviminin altına onun şiirlerini yazmak istemiştim90’lı yıllardareklamcılık yaparken. Bir moda firması büyük paralar vermeye hazırdı şiirine,Taksim’deonu daha önce gördüğüm opastanede buluştuk, teklifi yaptım, paranın miktarını hiç sormadı,ben şiirimi böyle yerlerde kullanmıyorum delikanlı dedibana,şiirlerimpara etmesin, okunsun yeter diye ekledi, zaten böyle bir şairden beklediğim cevap da buydu ama yine de şansımı denemek istemiştim, belki de bu sadece bir bahaneydi,belkiböyle bir cevap alacağımı bildiğim haldeo büyük şairle karşılıklı konuşmak için bir fırsat yaratmıştımkendime.

        Sonra tuhaf bir ulusalcı cereyana kapıldı ölümünden önce...

        Amagözümden düşmedi,benim için adı şimdi şiirlerde, cesaret arenasında ve evimizin yakınındaki o küçük çocuk parkında yaşayan büyük bir şair olarak kaldı.

        *

        Kızımız değil de, oğlumuzbu muhitte doğdu.

        Renklerin içinde ilk algıladığımız renk yeşilmiş. Oluşum zamanlarımızdan kalma genetik bir alışkanlıktan olsa gerek; hepimiz doğaya açmışızgözlerimizi ve ilk gördüğümüz şey doğanın yeşili olduğu için, yeşil olan her şeyi önce algılar beynimiz.

        Oğlum da bu evin geniş penceresinden her dışarıya baktığında, uzaklardaki tepede, apartmanların arasında, tam ufuk çizgisinde bitmiş gibi yükselen bir ağacı gösteriyor bana.

        Ablasıylapenceredengördükleri nesneleri paylaştıklarında onun payına bu ağaç düşmüş.

        Benim ağacım diyor ona.

        Geçen gün, “Baba onu da kesecekler” dedi.

        “Hayır oğlum, kimse kesmez artık, artık bu şehirde, hele böyle muhitlerde ağaç kesmek o kadar kolay değil” dedim, inanmadı bana.

        “Kesecekler, yerine ev yapacaklar, göreceksin dedi üzülerek.

        *

        Oturduğum koltuktan kalktım. Aklıma gelen ilk şeyi yazmak için not defterime uzandım. Kalem elimde, defteri açtım, karşıma kızımın ilk okuma yazma öğrendiğindebenim notdefterime yazdığı Orhan Veli’nino şiiri çıktı.

        Çok yakınımızda duran, her sabah güne birlikte başladığımız oküçük koruluktaki sonradan dikilip her birisi artık gölge verenağaçların bebekliğindebilincindeyarattığı etkiden mi bilmiyorum,şimdi hatırladım;kızımın ilk öğrendiği şiirbu şiirdi evet!

        Kargacık burgacık el yazısıyladuruyor benim not defterimde.

        Mahallemizde

        Senden başka ağaç olsaydı

        Seni bu kadar sevmezdim.

        Fakat eğer sen

        Bizimle beraber

        Kaydırak oynamasını bilseydin

        Seni daha çok severdim.

        Güzel ağacım!

        Sen kuruduğun zaman

        Biz de inşallah

        Başka mahalleye taşınmış oluruz.

        İlkokulda okuma yazma öğrenen bütün çocuklara artık bu şiiri ödev veriyor öğretmenleri. Şiirin içinde gezinen çocuktan mı, çocuğun içine işleyen şiirden mi bilmem ama şiiri ilkokul çocuklarının da anlayabileceği bir dile indirgediğinde Orhan Veli ve arkadaşları, dönemin yüksek sanat yapan şairlerini bir telaş almış, şiiriayağa düşürüyorbu çocuklardiye!

        Düşürdüler de...

        Nasırı soktular, ağacı, kaydırağı,rakı şişesindeki balığı,Mualla’yı ve ötekileriniboca ettilerşiiriniçine...

        Şiiri havastan alıpavama vermek istediler!

        Oysa şiir avama değil, havasa yazılır!

        Bu tartışmalar kıyasıya sürerken İkinci Yeniciler geldi,avam da havas da bizimdirdedi,“şiir neonun, ne debunundedi, şiir“sadeceyazanındırdedi, o zamana kadar “Laleli’den Sirkeci’ye giden tramvaydaninip, “Laleli’den dünyaya giden bir tramvaya”bindiler.

        Ama Orhan Veli’nin şiiri orada, her sabah kalktığımızda uzakta, ufuk çizgisinde, apartmanlar arasında boy vermiş, oğlumunmülkiyetinealdığı, penceremizden görüneno ağacın dallarında asılı kaldı.

        *

        Her şeyin katilidir zaman.Mutluluğa ayarlıdır. Şu anda olduğum gibi için kıpır kıpırken, hızına hiçbir tazı yetişmez; tersi olup daüzüntüyegark olmuşsaniçinde donmuşbir şelaleye benzer.

        Parmakların klavyede gezinirken, aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Yazının burasına geldiğimde, “inci sedefini kırmış” ortalığa saçılmıştı. Her şey bir önceki gün bu vakitlerde nasılsaöyle bir hal almıştı.

        Oğlumun ağacı yerinde duruyordu.

        Hiç kurumaya niyeti yoktu.

        Başka mahalleye taşınmak aklımızdan bile geçmiyordu.

        Diğer Yazılar