Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Digitürk’te gösterilmekte olan “Çernobil” dizisinin seyrederken, dizinin ana hikayelerinden birisi olan “İtfaiyeci ve Karısı” hikayesi çok tanıdık geldi bana. Yakın bir zamanda duymuşum gibi aklımdaydı. Sonra hikayeyi 2015 yılında Nobel Edebiyat Ödülü almış olan Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç’in “Çernobil Duası” kitabında okuduğumu hatırladım. O kitapta yer alan “Yalnız Bir İnsanın Sesi” bölümünden...

        Kitabı, diziyi seyretmeden önce okumuştum; iki sene kadar önce. Ve o gün bugün o hikayenin finali ağır bir taş gibi oturmuştu içime.

        *

        Svetlana Aleksiyeviç, aslında bir gazetecidir. Nobel tarihinde roman yazmadan bu ödülü almış ilk ve tek gazetecidir sanırım. Gazetecilikten yola çıkarak edebiyatta “yeni bir tür yarattığı için” bu ödüle layık görüldü.

        Gazetecilik ile yazarlık akraba iki meslektir. Aralarındaki en önemli fark gazeteci sadece tanık; roman yazarı hem tanık, hem sanık, hem yargıç, hem avukat, hem de savcıdır. Gazeteci arar bulur, roman yazarı muhayyilesindekini pişirir. Gazeteci taraf tutmaz, yazar kahramanlarından birisinin yanında yer alabilir. Gazetecinin yazdıkları günlük olarak tüketilir, roman yazarı zamana kafa tutar, ölümsüzlük peşinde koşar. Zamana direnen edebiyat olur, gazetecinin yazdıklarından bir edebiyat çıkarmak zor iştir.

        Ama bu işi becerenler de var. Marquez böylesine bir gazetecidir. Röportaj tekniğinden yola çıkarak birbirinden mühim anıtsal romanlar yazmış ama kendini hep röportajcı olarak görmüştür.

        Oriana Fallaci, John Reed başta olmak üzere bir yığın gazetecinin önemli edebi eserleri var ama bu alanda hiç kimse Svetlana Aleksiyeviç’in ulaştığı mertebeye ulaşamadı.

        Nobel Edebiyat Ödülünü veren İsveç Akademisi onu, “duyguların ve ruhun tarihini” kayda geçiren yazar olarak selamladı. Sözlü tarihi edebiyata dönüştürdü. Tarih gibi sıkıcı, söz gibi tekdüze bir şeyi, öylesine büyük bir maharetle birbiriyle harmanlayarak o kadar muhteşem bir edebiyata dönüştürdü ki, ortaya dünya var oldukça zamana direnecek yeni bir anlatı türü çıktı.

        Aleksiyeviç, bir Beyaz Rus’tur. Komünist eğitimle biçimlenmiş bir ailede büyümüş. Aynı tedrisattan geçmiş ama babasının tersine bir yerlerde bir şeylerin yanlış gittiğini erken görmüş. “Komünist bir rejimde yaşamadan komünist olmak kolaydır” sözü onundur. O yüzden eserleri kendi ülkesinde yasaklanmış. Yazdığı ilk kitap olan “Kadın Yok Savaşın Yüzünde”nin yayınına, Gorbaçov’a, yani Perestroyka dönemine kadar Rusya’da, “Bu kitabı okuyan hiç kimse savaşa gitmez” gerekçesiyle izin verilmedi.

        Seslerin peşinden koşan bir yazardır Aleksiyeviç. Hayatı boyunca hep aynı şeyi yaptı. Sesleri kovaladı. Yapabildiği kadar, ulaşabildiğince “kendi zamanının hayatlarını topladı.”

        Bir ruhun peşindeydi. Seslerle birlikte o ruhu kovaladı. Belki de kovaladığı sesin ruhuydu. Onu sadece ruhun tarihi ilgilendiriyordu çünkü. Kimsenin duymadığı fısıltıları duydu, o sesleri, fısıltıları bir araya getirdi, onlardan evladiyelik beş anıtsal kitap yaptı.

        İkinci Dünya Savaşı'nda Rus kadınlarının rolünü, Afganistan’da çinko tabutlara konularak memlekete uğurlanan askerlerin hikayelerini, sosyalizmin yıkılmasından sonra elde kalan “ikinci el zamanı” ve “Çernobil Duası”nı yazdı. Kitaplarının tümünü Kafka Yayınları çok güzel bir çeviriyle, çok güzel kapaklarla Türkçede yayınladı.

        Aslında beş kitabı da çok uzun tek bir monologdur.

        Nobel ödül töreninde yaptığı konuşmada kendini şöyle anlattı:

        “Flaubert, kendisi için ‘kalem-insan’ demiş. Ben de kendim için ‘kulak-insan’ diyebilirim. Sokakta yürüdüğüm zaman, kulağıma bir takım kelimeler, sözler, nidalar çalındığında, hep şunu düşünüyorum: Zamanla ne kadar çok roman, iz bile bırakmadan kayboluyor. Karanlığa karışıyor.”

        *

        Aleksiyeviç’in kitabında “Yalnız Bir İnsan Sesi” adını verdiği, dizide anlatılan “İtfaiyeci ve Karısı” hikayesine geçebiliriz şimdi. Uzun hikaye özetle şöyle:

        *

        İtfaiyeci evleneli çok olmamıştı. 26 Nisan 1986 gecesi, saat 1’i 23 dakika 58 saniye geçe Belarus sınırı yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santrali’nde bir patlama meydana geldi. Sıradan bir yangını söndürmek üzere göreve giden itfaiyeci karısına, “pencereyi kapat uyu sen, yangın var, ben hemen dönerim” dedi ve arkadaşlarıyla birlikte olay yerine gitti.

        Üstünde ev giysileri vardı.

        *

        İtfaiyeciler bütün gece yangını söndürmek için uğraştılar ve hayatta kalmalarına bir daha imkan vermeyecek kadar çok radyasyona maruz kaldılar. Sabahında uçakla Moskova’ya götürdüler hepsini. Teşhis konulmuştu, akut radyasyon hastalığı… Bu kadar çok radyasyon almış olan bir insan ancak birkaç hafta yaşayabilir. Ancak hikayemizin kahramanı güçlü, atletik yapılı birisiydi, uzun süre direndi.

        Karısı kocasını armaya başladı, ardından Moskova’ya gitti. Orada, kocasının hastanenin “özel bir bölmede yattığını” söylediler, “oraya kimseyi sokmuyorlar” dediler. “Ben onu seviyorum” diye yalvardı görevlilere. “Orası artık askeri bölge, yanına gidemezsin” dediler. “Seviyorum onu” dedi. Ağzından sadece bu kelimeler çıktı. Onu ikna etmeye çalıştılar. “O artık senin sevdiğin insan değil, zararsız hale getirilmesi gereken bir obje. Anlıyor musun bunu?” dediler. O ise hep aynı kelimeyi tekrarlayıp durdu:

        “Onu seviyorum, onu seviyorum.”

        Yufka yürekli bir idareci kadına derdini anlattı. İdareci onu kocasına götürecekti. Ama önce sordu:

        “Hamile misin?”

        “Hayır, hayır” dedi.

        “Yalan söylemeyin” dedi ona kadın.

        Oysa yalan söylemişti, hamileydi.

        Kocasının yanına gidebilirdi ama ona sarılamazdı, öpemezdi.

        Yanına gitti. Sıkı sıkıya sarıldı ona, doyasıya öptü. Bırakmadı onu, sonuna kadar yanında olacaktı.

        Sonra yangını söndürmeye giden bütün itfaiyeciler teker teker öldü, en son sıra ona geldi. En son o öldü bağıra bağıra.

        Cesedi devlet sırrıydı, aileye vermediler, kendileri gömdüler.

        İki ay sonra kocasının mezarını ziyarete gitti. Tam kocasıyla konuşmaya başladığında doğum sancıları tuttu. Ambulans çağırdılar, kocasının öldüğü hastaneye gitmek istedi, oraya götürdüler, ona izin veren bölüm başkanı kadının yanına, kızı vaktinden iki hafta evvel geldi dünyaya.

        Ona bebeğini gösterdiler. Bir kız. “Nataşacığım” diye seslendi, “Baban senin adını Nataşa koydu.” Sağlıklı görünüyordu bebek. Kolları, bacakları yerindeydi. Ama karaciğerinde siroz vardı. Bedeninde radyasyon miktarı yirmi sekizdi. Doğuştan kalp hastasıydı.

        Dört saat sonra kızının öldüğünü söylediler ona. Ve tıpkı kocası gibi, kızının cesedini de ona vermediler.

        “Asıl ben vermiyorum kızımı size. Bilim uğruna almak istiyorsunuz onu, ama ben sizin biliminizden nefret ediyorum! Nefret ediyorum!” diye bağırdı.

        Sonra küçük bir kutu verdiler ona, kızınız bu kutunun içinde dediler. Onu aldı, kocasının ayaklarının dibine gömdü.

        Mezar taşında hiçbir şey yazmıyor, sadece kocasının adı var mezar taşında. Kızın bir adı yoktu henüz, sadece ruhu vardı. Oraya kızının ruhunu gömdü.

        O gün bugün, kocasının yanına hep iki buket çiçekle gitti. Biri kocasına, öteki kızı için mezarın köşesine. Dizlerinin üstünde emekleyerek mezarın etrafında dolanır her gidişinde. Ama hep dizlerinin üstünde.

        Aleksiyeviç’e hikayesini anlatırken şunları söyledi kadın:

        “Ben öldürdüm onu.. küçük kızımın katili benim. Beni... o... kurtardı. Beni kızım kurtardı, tüm radyasyonu kendi bedeninde topladı, bir tür tampon gibi. Öyle küçüktü ki. Minicikti. Beni kızım korudu. Ama ben her ikisini de seviyordum. Mümkün mü... Sevgiyle öldürmek mümkün mü ki? Neden bu kadar yakınlar, sevgi ve ölüm? Hep yan yanalar. Kim açıklayacak bana? Şimdi dizlerimin üstünde, mezarlarında sürünüyorum…”

        *

        Çernobil, yeryüzünde yaşayan hiçbirimizden uzakta değildi. Felaketin dördüncü gününde Çernobil bulutları Afrika ve Çin semalarına ulaştı. Bu felaketle birlikte Aleksiyeviç’in deyimiyle “zaman kendi kuyruğunu ısırdı, başlangıç ve sonu birleşti.”

        Aleksiyeviç’e göre Çernobil'lebirlikte dünya artık Kolomb’un zamanındaki dünya değil, artık yeryüzü öyle uçsuz bucaksız değil. Mekana dair algılarımız değişti. İflas etmiş bir yerde yaşıyoruz artık. Hepimizin toplam ömrü bir radyonüklitin ömrü kadar değil. Onlar binlerce yıl var olacak, biz o kadar ilerisini göremiyoruz. Geçmişle, kurmacayla, bilgiyle aramızdaki ilişki de değişti. Geçmişin yetersizliği ortaya çıktı, bildiklerimiz artık bilgisizliğimize dair bir bilgiyle sınırlı. Duygular baştan yapılanıyor artık.

        Hikayeye atıf yapan Aleksiyeviç, “alışıldık teselli cümlelerinin yerine bir doktor, ölmekte olan adamın eşine, ‘onu öpemezsiniz, o sizin bildiğiniz insan değil, etkisiz hale getirilmesi gereken bir nesne” dediğini aktarıyor.

        İşte burada insanlığa dair yazılmış bütün bir külliyat çaresiz kalıyor diyor yazar. Ne Shakespeare, ne de Dante... Ne Goete, ne de Hafız... Yazılan her şey manasız...

        Ölen kocanın, ölen çocuğunun, ölen eşinin yanına yaklaşamazsın! Onu öpemezsin! Onu kucaklayamazsın, sarılamazsın ona!

        Daha önce yaşanmış hiçbir felakette (savaş, açlık, hastalık, deprem) insana böyle bir sınır konulmamıştı.

        Ama Aleksiyeviç’in anlattığı hikayede itfaiyecinin karısı kocasının yanına yaklaşmış, ona sarılmış, onu öpmüş. O sırada hamile olduğunu bildiği halde. Kocasının bir başına ölmesine gönlü razı olmamış. Bunun bedelini de ağır ödemiş, Kendi bedeninde ağır tahribat ve minik bebeğinin de ölümüyle...

        Aleksiyeviç sözü şöyle bağlıyor:

        “Ama sevgiyle ölüm arasında nasıl bir seçim yapılabilir ki? Geçmişle aşina olmadığımız şimdiki zaman arasında? Ve kim ayıplamaya cüret edebilir ki ölen kocalarının ve oğullarının yanında oturmayan eşlerle anneleri? O radyoaktif nesnelerin yanında oturmayan insanları kim ayıplayabilir? Onların dünyasındaki sevgi de değişti. Ölüm de.

        Her şey değişi, biz hariç.”

        Diğer Yazılar