Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hakkari’nin Şemdinli ilçesinin Nehri köyü, (devlet kadim ismini değiştirdi, değiştirilmiş adını buraya yazmıyorum, bilmiyorum ve merak de etmiyorum çünkü) dağlar arasında bir çukurda yer alır; etrafı meşe ve mazı ormanlarıyla kaplıdır, önünde süt beyazı bir ırmak akar.

        Nakşibendi tarikatının Halidiyye kolunun kurucusu Mevlana Halid-i Bağdadî’nin halifesi Seyyid Taha’nın mezarı bu köydedir.

        *

        Üstat Necip Fazıl Kısakürek mezarın başında durdu, kafasını kaldırdı, gökyüzüne baktı, berraktı; hissettiği şeyin adını aradı bir süre, kelime sarrafı olduğu halde uygun bir kelime bulamadı, avuçlarını açtı, usul usul bir Fatiha okumaya başladı.

        1976 yılıydı. Meşakkatli bir yolculukla varmıştı buraya. Van’ın Başkale ilçesinden bir gün önce arabayla Yüksekova’ya, oradan da Şemdinli’ye gelmiş, Şemdinli’den de buraya katır sırtında, biraz da yürüyerek varmıştı Seyyit Taha’nın mezarı ve Nehri Tekkesi’nin kalıntılarına. Zahmetli yolculuk sırasında yanındakilere, “Yolda ölürsem eğer beni Seyyit Taha’nın yanına gömün” demişti.

        Seyyit Taha’nın ayak ucunda bir süre sessizce durdu. Sonra Nehri Tekkesinin kalıntılarına doğru yürümeye başladı. Mezarlığın çıkışında bir pınar vardı. Oluk oluk akan çeşmeden avuç avuç su içti, ağırlığını bir ayağına vererek yorgun bedenini dinlendirdi, köyün üzerine bir kartal gagası gibi abanmış olan yalçın kayalara baktı.

        Sağlam kalmış kemerli bir pencere mi, kapı mı belli olmayan bir yerden girdi yıkıntıya. Güneş, yıkılmış Tekke’nin taşlarını ısıtmıştı. Arsız, yabani otlar bürümüştü her yani. Bir kertenkele bir taşın üzerinde bir süre kafasını salladı, sonra taştan düştü, kayboldu.

        Yıkık duvarlara baktı Şair. “Son Devrin Din Mazlumları” kitabında buraya dair bir bahis yoktu. Dersim faciasından bahsetmişti mesela ama yüzyıllardan beri tekmil Kürdistan coğrafyanın en önemli dini merkezlerinden birisi olan bu tekkenin yıkılma hikayesini yazmamıştı.

        Orada, o yıkıntıların arasında, köyün içinde alev alev gökyüzüne yükselen tuhaf bir ışık huzmesi içinde Mürşidinin burada geçen yıllarını düşünmeye başladı.

        Nehri Tekkesi'nin yıkılmış hali.
        Nehri Tekkesi'nin yıkılmış hali.

        *

        Şairi; Şemdinli’nin “nur çeşmesinden içmeye” daha 30 yaşındayken, 1934’te, İstanbul Beyoğlu’ndaki Ağa Cami’de tanıdığı Şeyh Abdülhakim Arvasi getirmişti.

        Abdülhakim Arvasi Başkaleliydi. Onun şeyhi Seyyit Fehim’in türbesi Müks’ün Arvas köyündeydi. Şair önce burada türbeye yüz sürmüş, oradan da şeyhinin memleketi Başkale’yi gezip görmüş, arkasından da Seyyit Fehim’in şeyhi Seyyit Taha’nın mezarına kadar gelmişti.

        Şairin şeyhi Şeyh Abdülhakim; Şeyh Abdülhakim’in şeyhi Seyyit Fehim; Seyyit Fehim’in şeyhi Nehrili Seyyit Taha’ydı.

        Böylece Şair, birbirine icazeti devreden üç şeyhin izini sürerek buraya, insanın ruhunda derin bir ferahlık yaratan bu “tarih öncesi” bir ağıt söyleyen köye gelmişti.

        *

        Şair’in geldiği yoldan 1881 yılında, karlı bir kış günü Osmanlı askerleri yürümüştü buraya. Van Mutasarrıflığından yola çıkan askerler, başkaldırmış Seyyit Taha’nın oğlu Şeyh Übeydullah’ı almaya gidiyorlardı.

        Şeyh Übeydullah, o tarihlerde bir Sünni olan İran Şahı Muhammet Kaçar’ın, babası Seyyit Taha’nın Tekkesine gelirlerini bağışladığı iki İran köyünün değişen Şah tarafından geri alınması ve Sünni Müslümanlara baskı yapması üzerine İran’a saldırmış, İran da büyük devletlerden yardım istemiş, onlar da Osmanlı’ya baskı yapmış, Osmanlı da kendisini zor durumda bırakan Şeyh’i almak üzere Van mutasarrıflığından bir müfreze asker göndermişti Nehri’ye.

        Yaman geçen kışın etkileri hala sürüyordu. Yerde adam boyunda kar vardı.

        Şeyh Übeydullah kendisini almak üzere gelen askerlerin yoluna kar engeli çıktığını duyduğunda, Tekkede onları bekliyordu. Hemen buyruk verdi, tekmil coğrafyada ne kadar halı kilim varsa toplanacak, Halife’nin askerlerinin yoluna serilecek! Bir Kürt halk türküsünde hadise böyle anlatılır bize.

        Şeyh Übeydullah’ı, oğlu Seyyit Abdülkadir’le birlikte alıp İstanbul’a götürdüler.

        *

        Şair, Tekke’nin muntazam kesilmiş büyük taşlarından birisine oturdu. Tekke’nin yıkılmamış halini canlandırmaya çalıştı muhayyilesinde.

        Şeyhi Abdülhakim Arvasi ilk defa bu Tekke’de rüyasında Resulullah’ı görmüştü. Şeyh, tekkenin görkemli halinden birkaç kez bahsetmişti ona.

        Nehri Tekkesi'nin 1880'lerde çekilmiş bir fotoğrafı.
        Nehri Tekkesi'nin 1880'lerde çekilmiş bir fotoğrafı.

        Bir Nasturi Usta’nın eseriydi Nehri Tekkesi. Neoklasik üslupla tasarlanmıştı. Üç katlıydı, simetrik iki kanatlı özgün bir binaydı. Her katın pencere çizgileri ve kemerleri farklıydı. Üst kat pencere kemerleri “at nalı” denilen üslupla inşa edilmiş, bu tarz hem Endülüs ve Mağrip ülkeleri, hem de yer yer Roman Katolik mimaride görülen bir tarzdı. Yapının simetrik kanatları, geniş kemerli bir kapı ile girilen çıkıntılı bölüm tarafından dengeleniyordu. Giriş bölümünün iki yanında üç kat yüksekliğindeki, farklı yönlere bakan büyük süslü kemerler hem bina katlarını merdivenli girişe bağlıyor hem de mimari yapının özgün karakterini tayin ediyordu. Çatıda ise ahşap bir alınlık vardı.

        Şu anda kalıntıları üzerinde bir taşa oturmuş ve tefekküre dalmış olan Şair bütün bunlardan bihaberdi.

        Onun aklı Mürşidin rüyasındaydı. Belki de o rüya onu buraya getirmişti.

        *

        Şair’in aklı, Mürşidine kavuştuğu güne gitti. Uçarı ressam arkadaşı Abidin Dino’yla birlikte gitmişlerdi Beyoğlu Ağa Camiye... Yaşadığı bohem hayattan bıkmıştı, entelektüel bir kriz yaşıyordu. Toplumdan uzaktı, daha çok kendi iç dünyasıyla meşguldü. Korku, kaygı, karamsarlık ve tedirginlik ruhuna bir karabasan gibi çökmüştü.

        “Başımda ne sabit fikirler, kurcalayışlar, tırmalayışlar… Bu yarı hikmetli, yarı mecnûn, vehim, tırnaklarını çocuk ruhumun zarına öyle geçirdi ve beni öyle sıkıntılı idrak cenderesine soktu ki haftalarca ondan sıyrılamadım. Teki, tek olanı, mutlakı, mutlak olanı arayan ruhum, aradığımın değil, kendi varlığımın sıkıntısı içinde bunalıyor ve bedahet dediğimiz seziş zevkini kaybettikçe anlamayı da kaybettiği hissini veren cehennemden beter bir azaba dönüştürüyordu.”

        Bu halet-i ruhiye içinde bir gün vapurda farklı bir adamla karşılaştı. Adam elden giden dinden bahsetti ona. O oralarda değildi, dinin bir yere gittiği yoktu, sen tasavvuftan bahset bana! Adam ona bir adres gösterdi, Beyoğlu Ağa Camiye gideceksin, orada vaaz veren Şeyh Abdülhakim Arvasi diye alim bir zat var, ne duymak istersen emin ol ondan duyacaksın!

        Bu isim hafızasının bir yerinde duruyordu zaten. Mektepten felsefe hocası Mustafa Şekip Tunç ondan bahsetmişti birkaç kez.

        Bir Cuma günü Ağa Camiye gitti. Şeyh hemen “kapıyı” açtı ona.

        “Kabul edilmiştik. Ama henüz, iç içe giden iç daireye değil... Dış daireye, güvenilir insanlara mahsus ilk sohbet, konuşma dairesine avluya…”

        Zamanla mürşidi tanıdı.

        “Hayatımda öyle bir gün doğdu ki; kundaktan patiğe, emzikten kısa pantolona, oyuncaktan boyunbağına, karalama defterinden polis hafiyesi romanına, beştaştan iskambil kâğıdına ve ayva tüyünden kır saça kadar anne, baba, dadı, mektep, arkadaş, kitap, hoca, tabiat, şehir, cemiyet, kimden ne aldımsa hepsini geriye verdim. Ruhuma istifledikleri hazırlop dünya bir sarsılışta yıkıldı gitti.”

        Onun gözünde Şeyh’i artık, “kurtarıcısı, müjdecisi, mürşidi, şeyhi, nuru, ruhu, canı, topyekûn hayatıydı.”

        Durumu şöyle şiire döktü:

        “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız;

        Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!”

        “Efendi Hazretleri” onu “avlamıştı.”

        “Maddenin mahpus olduğu kaba bir dört köşe içinde birtakım eşya ve hadiseler düzenleyip Allah yok diyenlere nispet, ruhumda beşeri kanunların tezgahı o türlü devrildi ki, bu devrilişin altında yalnız Allah doğrulabilirdi. Her şeyi o türlü kaybettim ki yalnızca Allah’ı kazandım.”

        O günden itibaren “büyük kapıyı” hiç terk etmedi.

        Ruhi sıkıntılarından kurtuldu, aradığı huzuru buldu.

        “Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum;

        Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum…”

        *

        Yıkıntılardan arasından bir ses duyar gibi oldu. Mürşidi Abdülhakim Arvasi bu Tekke’de “din ve fen ilimleri tahsili” görmüştü. Her odasında diz kırmıştı rahlenin önüne. Şeyh’inin fakihlik hallerini gözünün önüne getirmeye çalıştı.

        Sonra ona uzun, çok uzun bir yolculuktan bahsetmişti mürşit.

        1915 senesiydi. Ruslar geliyordu Elbak’a, yani Başkale’ye doğru. Gedika Çuxé’yi geçerlerse eğer artık aralarında mesafe kalmayacaktı.

        Seyyit Abdülhakim bütün aileye tez hazırlanma emri verdi. 150 kişilik aile yanına çok az şey alarak Başkale’yi terk etti. İlk durak İran’ın Revandız şehri oldu. Oradan Erbil’e, oradan Musul’a, İngilizler Bağdat’ı işgal edince Musul’dan Adana’ya, oradan Eskişehir’e ve nihayet üç yıl sonra 1919 yılında İstanbul’a vardılar.

        Aileden geriye 20 kişi kalmıştı. Seyyit Abdülhakim Eyüp’te Kaşgari Dergahının şeyhi, imamı ve vaizi olarak görevlendirildi.

        Menemen hadisesi başta olmak üzere başı birkaç kez devletle belaya girdi. 1931’den 1943’te Ankara’da vefat edene kadar İstanbul camilerinde vaizlik yaptı.

        Ağa Cami de bu camilerden biriydi ve Şair Necip Fazıl Kısakürek’le yolları bu camide kesişti.

        Şair onu tanıdığında 30 yaşındaydı.

        Mürşidine kavuşması, Mevlana’nın Şems’e kavuşması gibiydi.

        *

        Şimdi yıkıntıları arasında dolaştığı Tekke’nin yıkılması hikayesini mürşidi anlatmıştı şaire.

        İran Şahı’na başkaldıran Şeyh Übeydullah’la beraber İstanbul’a götürülen oğlu Seyyit Abdülkadir burada tahsil gördü. Devlet kademelerinde yükseldi. Şuray-ı Devlet Reisi oldu.

        Nehri’deki Tekke, Şeyh Übeydullah’ın oğlu Mehmet Sıddık’a kaldı. Ancak Mehmet Sıddık, 1908 yılında bir grup adamıyla birlikte Helane köyüne giderken tipiye yakalandı. Müritler Şeyh’i bir atın sırtına bağlayarak yularını serbest bıraktılar. At köye vardı, ancak Şeyh’i atın sırtından indirdiklerinde donmuştu.

        Onun yerine oğlu 2. Seyyit Taha geçti. Onu da Irak Melik’i faili meçhule gönderdi.

        Şeyhler gelip gidiyor, Tekke bütün görkemiyle yerinde duruyordu.

        *

        Şubat 1925’te Şeyh Sait Hadisesi patlak verdi. İki ay sonra Nisan 1925’te isyan bastırıldı.

        İsyana destek verdiler diye Seyyit Abdülkadir, oğlu Seyyit Muhammet’le birlikte Diyarbakır’da darağacına gönderildi. Son dileği oğlundan önce asılmaktı, ama oğlunu gözlerinin önünde ondan önce astılar.

        Aynı yılın 30 Kasım’ında Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına dair Kanun kabul edildi.

        1926 yılının baharında emir Şemdinli’ye ulaştı. Nehri Tekkkesi yıkılacaktı!

        Obüs toplarını bağladılar. Kaç top atışı yaptılar bilinmiyor, yüzlerce yıldan beri bir ilim irfan ocağı olarak binlerce bilgin yetiştirmiş olan o muhteşem yapı yerle bir edildi.

        Kanun, “tekke ve zaviyeleri kapatın” diyordu, “yıkın” demiyordu.

        Onlar yıktılar.

        Nehri’yi yasak bölge ilan ettiler.

        Seyyit Taha’nın bütün arazilerine el koydular.

        *

        Şair ne zamandan beri o yıkıntıların arasında, o taşa oturmuştu bilmiyordu. Kafasının içi allak bulaktı. Önce kelimeler üşüştü beynine, sonra usul usul o kelimelerin her biri mısradaki yerini aldı.

        Cebinden küçük not defterini çıkardı.

        Ucu iyice kısalmış kurşun kalemiyle yazmaya başladı.

        Ak kağıtta iki dize belirdi:

        “Şemdinli dağlarının içtim nur çeşmesinden,

        Kurtuldum akreplerin ruhumu deşmesinden.”

        (Not: Üstattan yaptığım alıntıların tümü onun “O ve Ben”, “Çile” ve “Tanrı Kulundan Dinlediklerim” kitaplarındandır...)

        Diğer Yazılar