Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Çocukluğumda; yolu olmayan, elektrik nedir görmemiş,çatılıtekbinasının köyün okulu olduğu,insanlarınaltı ahır üstümeskenyapılarda yaşadığı, içinde süt beyazı coşkun bir ırmak akan, asırlık ceviz ağaçlarının seringölgelikler oluşturduğu, pirinç yetişen, toprağı azsuyu bol, ağacı çok otu azköyümüzündindarsakinleri, olur da kırk yılda bir,biriki konakötede bulunan şehir merkezine gittiklerinde,öğlen vaktindeminareden yükselen ezan sesini duyduklarında,ellerinialınlarında siper yapıpgüneşe bakar, sonra da birbirlerine “nivroyamalbúye?”(evde öğlen oldu mu?) diye sorar,ardındanda birlikteiçlerinde birkuşkuylaöğlen namazını kılmaküzereşehrin camiine doğru giderlerdi, şehirdeki öğlen vaktiniöğlenden saymıyorlardı.

        Onlar için hayatın merkezi yaşadıkları köyleriydi çünkü.

        Nerede olurlarsa olsunlar hayatlarınıo köyde edindikleri alışkanlıklara göresürdürüyorlardı.

        Köylerievleriydi.

        O yüzden “köyde” değil de, “evde öğlen oldu mu?” diye sorarlardıbirbirlerine.

        Şehir onları kandırıyor olabilirdi.

        *

        Ev ile özlem,birbirini tamamlayaniki kelimedir.

        İnsan yaşadığı ülkede,başka bir ülkede yaşamayı özlemiyorsa, o ülke yurdudur.

        İnsan yaşadığı şehirde,başka bir şehirde yaşamayı özlemiyorsa, orasışehridir.

        İnsan yaşadığı evde,başka birevde yaşamayı özlemiyorsa,orasıevidir.

        Bir tek evinde yerini yadırgamaz insan. Evden uzaklaştığı anda da en çok dönmek istediği yerdir evi.

        Yabancı bir yerde, ister çok lüksbir otelodasındaolsun, isterbirsarayda yaşasın, bir süre sonraorasıüzerine gelir insanın,oyüzden, “Evimevim, güzel evim” diyerekevimizi ararız her yerde.

        Evi, insanın her şeyden soyunup kendisiyle baş başa kaldığın yegane mekandır.

        *

        İkinci Cihan Harbi’nin en şiddetlizamanlarında, 1941 yılının kışında,24 Aralık’ta, Tan Gazetesi’ndeçıkan“Ev Kıymeti Bilmenin Sırası” başlıklı yazısını okuyuncaRefikHalit Karay’ınbir kitabında;bugüno zamanki harbe benzeyen farklı bir harbin içinde debelenen tekmil insanlığın seksen yıl sonra“evinintekrarkıymete binmiş” olması üzerine düşünmeye başladımister istemez.

        Refik Halit’e evle ilgili bir yazı yazdıran şey, “bir taraftanharp, öbür taraftan kara kış aman vermezken” sıcacık bir evin hasretini yüreğinde hissetmesidir.

        O koşullarda sıcacık bir ev insanı az da olsa bu iki büyük felaketten koruyabilirdi.

        Şimdi de, korona illetinden bizi koruyor ev.

        Şu ana kadar bu illette karşı insanlığın bulduğu tek etkili ilaç, insanın kendini her şeyden soyutlayıp evine kapatmasıdır.

        1941 yılının o yaman kara kışında, harp Azrail’in tırpanı olmuş önüne gelenherkesibiçerken, o günlerde, “bir dam altı, yarı çökük bir sığınak bile bulamamış milyonlarca kişinin, kar ve kum fırtınaları içinde ‘evim’ diye inlediğini”hiç bir zaman unutmamaya davet ediyor bizi üstat yazısında.

        Diyor ki:

        “Buzlu ovalarda, kirpikleri kar tutmuş donuk gözleri şu hülya yakıyor: Dış hayata kalın perdelerini indirmiş sımsıcak, apaydınlık bir oda, kendi evi! Kavruk çöllerde, kirpiklerine kum dizilmiş kupkuru gözler şu hayalle avunuyor: Serin akşam rüzgarlarıyla perdeleri sallanan, pencere kenarında toprak testisi terlemiş loş bir oda, kendi evi!Denizlerde de öyledir; sıcak ve soğuk kasırgalar ve dalgalarla çarpışanlar durgun havalı, her şeyi yerli yerinde, sağlam temele oturmuş evlerini kim bilir nasıl özlüyorlar?”

        İster harp seni ayırmış olsun, ister uzun bir yolculuk, ister hacca gitmiş ol, isterseyyah olarak bir uzak memlekettebulun,hep bir an önce evine varmanın hayalini kurarsın. Evin ne kadar küçük olursa olsun, neyin varsa sevdiğin her şeyi sığdırabildiğintekmekandır.

        *

        1941 kışında, faşizm bugünkü korona illetine benzer birillet olupdünyanın her yerine yayılıyordu.

        Refik Halit o günlerde, “Eve saygı ve bağlılık göstermenin, ev sever olmanın, bütün duygularıyla eve sarılmanın, ev kıymeti bilmenin tam sırasıdır”diyor veöğüt vermekten hiç hoşlanmadığı haldeşu öğüdü veriyordu okurlarına:

        “Önümüzdeki şu yabancı Noel türedi yılbaşı ve hattabizim Kurban Bayramı günlerindesokakçıl, gezgin, sürtük olmaktansa ev toplulukları, ev eğlenceleri yapmak, gazinolara ve meyhanelere yayılacak zevkleri ve paraları evlerimize taşımak hem zamanın gidişine uygun, insaflıca bir harekettir hem de sıhhate ve keseye herhalde daha elverişlidir.”

        Tıpkı bugünyapmamız gereken şey gibi.

        Bugün hepimize öğütlenen “Hayat eve sığar” sloganı şahane bir slogandıramenna,ama bütün mesele içinde kendini, aileni güvende hissedebileceğin bir evesahipolmaktır öncelikle.

        Diyelim hepimizin, konforlu veya değil başını sokacak bir evi var;bizikardan,yağmurdan,koronadankoruyacak bir dam bulmuşuz hemen hemen hepimiz, bir de o evi geçindirme derdivar orada tonlarca ağırlığıyla üzerimize abanan.

        Zaten evin ne kadar muhteşem, ne kadar korunaklı, ne kadar yaşanılası bir yer olduğunu söylemeye çalışan herkesinilkaklına gelen bu “yokluk”bahsi oluyorkiburaya dokunmadan başka şeyleri anlatmakpek akıl karıolmasa gerek.

        *

        Bizim kültürümüzde ev,çok sevilen bir amca gibidir. Her yerinde, uzak ve yakın geçmişten bir hatıranın izivardır. Mekanla bizi o kadar sıkı bir bağ birbirine bağlar ki,içindekiçok az eşyadan vazgeçer de hayatımızdan çıkarırız. Bir hatıra mekanıdır zira ev. Kelimeler kifayetsiz kaldığında evin duvarlarını şahit yaparızifade etmede güçlük çektiğimiz duyguya; “evin duvarları olsa da konuşsa” o sırada söylemediğimiz her şeyi söyleyecekbize.

        *

        Bırakalımedebiyatın diğer alanlarını,sadece şiire şöyle bir göz atsak, evedair yazılmış,evler dolusuçok şiir çıkacak karşımıza.

        Derler ki divan şiiri pek evden bahsetmez, bahçelerde gezinen bir şiirdirdivan...

        Şiirinbahçedeneve girmesi veya evin şiire girmesiasrizamanlarımızarastlar.

        “Mektepten memlekete dönen” Yahya Kemal, Beşir Ayvazoğlu’nun kitabına verdiği isimle aslında “evedönmüş”tür. Memleket evdir çünkü dilimizde, belki de bütün dillerde.Gelin görün ki, “eve dönen” şairin memleketinde hemen hemen hiç evi olmadı, hep otel odalarında yaşadı amakendini hep evde hissetti. O yüzden yaşadığı otel odasını da kendi evine dönüştürebildi.Aslında onun evi yaşadığı şehir İstanbul’du.Herkes bilir ki, nerede hangi meşk aleminde, hangi meyhanede,hangi hatunun gönülsofrasında bulursa bulunsun, her gece tam saat ondadöndüevine, girdi yatağına.

        Belki de o yüzden şiirleri “evlerin şairi” denilenBehçetNecatigilşiirleri gibiiçimizi ısıtmaz. Bizi sıcak birkanepeye, rahat bir koltuğa oturmaya, bir divana uzanmaya davet eden bir şairolmaması belki de bu “evsizliği”dir. Şiirini okuyunca hep bir ağıtın sızılı izi kalır dimağımızın bir yerinde.

        Meşhur“evsizlerden” biri de Necip Fazıl olsa gerek, bilinçli bir seçimdi onunkisiama. Başkalarının evindeen çok yaşayan şairdir gençliğinde,yine deonun şiirinde bir“ev sıcaklığının”hafifbuğusuçarpar yüzümüze.

        “Camlarından kızıl biberler sarkan ahşap bir evden” bahsedermesela bir şiirinde. Önü ve arkası “arsız gökdelenlerle” çevirilidir. “Kefensizbir cenaze, çırılçıplak, ortada...”

        Gerisi şöyle:

        Bir köşende anneannem, dalgın Kuran okurdu

        Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu.

        Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;

        Asma saatte tıktıkzamanın hazin çarkı.

        Çam kokulu tahtalar, gıcırgıcırsilinmiş;

        Sular cömert,“temizlik imandandır” bilinmiş.

        Komşuya hatır soran sırasıraterlikler.

        Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler…

        “Kırk katlı ejderler” gelir sonra, o ahşap evi yiyip bitirirler.“Komşuluk, mana ve ruh” hepsi heder olur.“Göğe çıkayım darken, boşluğa çakılan” bir nesilher şeye sebep olur…

        *

        Bir başka şairin Sezai Karakoç’un şiirinde de mühim bir yer tutar ev. Bir yapı yığını olarak görmüyor şair eviama, bir imgedir onda, toplumun ve medeniyetin özünü oluşturan bir imge. “Tahtadanev”dedironundagönlütıpkı Necip Fazıl gibi;ahşapta yani, çünkü Batı beton, Doğuahşaptır.

        Biliyoruz ki Osmanlı, sağlam mimaridebütün gücünü camilere verir, sıksıkyaşanan depremlere,her şeyi yok eden korkunç yangınlara rağmen ahşap evdenvazgeçmez, kagir ev yapanadaiyi gözle bakılmaz, bu dünyada sağlam eve gerek yoktur, fani bir yerdirziraburası...

        Kagir evler on dokuzuncu yüzyılda girdi yavaşyavaşhayatımıza, batılı mobilyalarla birlikte. Bu mobilyalar kısa sürede bir prestij simgesine dönüştü, hatta bazı evlerdefetişleştirildi.

        O apartmanlarda zamanla balkonlar oluştu. Ayakları yerden kesilen şehir insanına bir nebze doğayı görmealanı bırakmak içindi ama o evlerdeSeza Bey’in deyimiyle“bir tabut kadar yer tuttu” o balkonlar.

        O yüzdenonun“Balkon” şiiritabiattan uzaklaşmış ve bir nebze tabiatı evlerin içine getirmeyi amaçlayan balkonlu sağlam evler yapan Batı medeniyetine bir isyandır. Belki de“Balkon” Batı’nın ta kendisidir:

        “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon

        Ölümün cesur körfezidir evlerde

        Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların

        Annelerannelerelleri balkonların demirinde”

        “Gelecek zamanlarda insanların ölülerini gömeceği” yer olarak görür şair balkonuve “koşa koşa” alnından öpmeye gider “evleri balkonsuz yapan mimarların.”

        *

        Bugün korona illetinden korunmak için dışarıdaki ve içerdeki hayatımızı sığdırdığımız evlerimizin çoğu, şairlerin ısrarla karşı çıkmalarına, “yüksekyüksektepelere ev kurmasınlar”diyenacıklıtürkünün yalvarmasına rağmen,yüksekkatlıapartmanlarda yer alır.

        Bu yükseklik meselesine ifrit olan şairlerden birisi de Gülten Akın’dır. “Yüksek evde oturanların türküsü”söyler, şöyle:

        “Evleri yüksek kurdular

        Önlerine uzun balkon

        Sular aşağıda kaldı

        Aşağıda kaldı ağaçlar.

        Evleri yüksek kurdular

        On bin basamak merdiven

        Bakışlar uzakta kaldı

        Uzakta kaldı dostluklar.

        Evleri yüksek kurdular

        Cama, betona boğdular

        Usumuzdaydı unuttuk

        Topraktan uzakta kaldı

        Toprağa bağlı kalanlar.”

        *

        Kadının hayalindeki “Bahçesinde ebruli hanımeli açan” evi yazan Nazım Hikmetise, “Evler” şiirinde “yüksek eve” karşı olmadığını söyler, onun derdi başkadır:

        “evler tek katlı da olabilir yüz katlı da

        iş bunda değil

        yeter ki sokaklarımızı ezmesinler yeter ki temiz çevik güler yüzlü görsünler hizmetimizi

        çıplak duvarlara diyeceğim yok taze ve canlıysalar

        dar pencereler giyotini hatırlatır bana

        pencere dost sözü gibi rahat ve geniş olacak

        (....)”

        *

        Korona illeti dünyaya musallat olunca, belki de çoktandır unuttuğumuz evlerimizi hatırladık. Birlikte yaşamayakarar verenleri “evlendirmemize”,“yuva kurdular” dememize rağmen; evlerimiz son sığınağımız,girerkenayakkabılarımızı çıkardığımızkutsal, mahrem alanımız, terlikleri giyip kendimizi bir koltuğa bırakıp en rahat ettiğimiz yer olduğu halde, devlet “hayat eve sığar” sloganıyla neden bizi evlerimizde tutmadazorluyor dersiniz?

        Evde kalırlarsaaç kalacakları ve evi olmayanları dışında tutarsak, diğerleri neden evde kalamıyor acaba?

        Neden ilk fırsatta kendimizi evin dışına atmak istiyoruz?

        *

        Modern insan evsiz insandır aslında.

        Sürekli parçalanma kısasürede yurtsuzluk duygusunu geliştirdihepimizde.Gündelik hayatın parçalandığı, ulaşımın hızlandığı,seyyaliyetinarttığı, iletişimin her şeyi yakınlaştırdığı, zaman kavramının bambaşka bir anlam kazandığı bir dönemde insanlığın başına musallat oldu korona..

        İnsanların her geçen gün biraz daha evsiz,yersiz, yurtsuzkaldığıbir döneminde...

        *

        İnsan evinden ayrılırken, tıpkı sevdiğibir insandan ayrılır gibi vedalaşır onunla.

        Çernobil faciası sırasındaradyasyondan etkilenenyüzbinlerceinsana, yanlarına hiçbir şey almalarına müsaade etmeden“evlerinizi terk edin” dediler.Tanıklık kitaplarıyla Nobel almış olan büyük yazarSvetlenaAleksiyeviç, “insanlar giderken son defa evlerine dönüp‘Affet bizi sevgili yuvamız’diyerekgittiler”diye yazarfaciayı anlattığı kitabında.

        Şimdi hepimiz evdeyizçok şükür!

        O yüzdenhep beraberhoş geldikevimize!

        *

        Şehre gittiklerinde “Evde öğlen oldu mu?” diye birbirine soranbizim köylülere gelince...

        90’lı yıllarda devlet köylerini boşalttı,(“affet bizi sevgili yuvamız” diyemeden)şehre gönderdi hepsini.Yıllar yılı evlerini özlediler.

        Şimdi, şehirdekiderme çatma evlerindeöğlene doğru ellerini alınlarında siper yapıp güneşe bakarak birbirlerine “Evde öğlen oldu mu?” diye sormuyorlar artık.

        Diğer Yazılar