Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bazı insanlar yarasını göstermeseler de yaralı olduklarını fazla gizleyemezler. Ağzından çıkan bir kelime, bir ufak el hareketi, beklenmedik bir anda yakaladığımız ani bir bakışı hemen ele verir onu. Üstünü örtmek kolaydır yaranın, kendini ele vermez. Karşımızdakinin yaralı olduğunu gözlerinden anlarız, o gözler bazen yara ağzı gibi bakar çünkü.

        *

        İnsan hiç kimseye söyleyemediğini kendine söyleyen, hiç kimseye açmadığı sırrını kendine açan bir yaratıktır. Sır aynı zamanda bir korkuyu taşır üzerinde. Sırrını ifşa eder diye kendinden korkandır aynı zamanda insan.

        Hayattan çok şey bekler, hayat da bir o kadarını ondan. Aklı hayatı dize getirmeye yeter sanır, ama bir de bakar ki, hayat çoktan iki omzuna iki değirmen taşını bağlamış içinin kuyusuna sürüklüyor onu.

        Ya bir adım sonra kuyuya düşeceksin, ya da “halden anlayan bir yunus balığına tutunarak okyanusları” aşacaksın. Kıyıya vardığında “kendinle yaptığın bir iç savaştan çıkmış” mağrur bir zabit yorgunluğunu hissedecek, bir yere geç kalmış olmanın tedirginliğini yaşamayacak, bir şeyleri kaçırmış olmanın telaşını kapılmayacaksın.

        İşte o zaman kendi kendini “galebe çalmışsın” demek.

        Hayatın kıyısında bakıp şu iki dizeyi mırıldanmak kalır gayri sana:

        “Bir kuş dal değiştirmekten yorgun

        Bir dal kuşun vefasızlığından”

        *

        New York’ta tanıştık onunla. Köyden şehre yeni inmiş gibiydim. İkimizin de ilk defa gördüğü “şehri çözme” gibi bir derdimiz yoktu, “deli danalar gibi” dolandık kalabalık bir resmi heyetle birlikte şehrin sokaklarını dil bilmeden. En azından ben bilmiyordum bu şehrin dilini; Türkçeyi bu kadar güzel konuşturan bir adama da başka bir dil bilmeyi yakıştırmıyorum hala.

        “Anılarını yakmış” bu adam diye düşündüm onunla karşılaşır karşılaşmaz. “Kim bilir hangi yardan düşmüştür de öyle olmuştur.” “Kendi hayatına dair pişmanlıklarını istifleyip içinde bir kuyuya süpürmüş” gibi. “Yavaş yavaş konuşuyor” ama bir türlü “çözülmüyor.” Sen konuş ben seni dinleyeyim, benim seni dinlememden benim nasıl biri olduğumu anlarsın zaten sen diyor bana. Daha anlatmadı ama anlatırsa eğer “hatıraları kanar” bu adamın diye düşündüm. “Ağır bir yenilgiden” çıktığı belliydi. Zaten bu memlekette ağır bir yenilgi yaşamayan az insan vardır. Bazıları da bu “yenilgiden” cidden hoşlanır. Her yenilgi, yeni bir hamle imkanı sunar insana çünkü.

        Evet bu adam, “At görmüş, meydan görmüş, zaman görmüş”; asaletinden belli.

        “Uzak, ufuksuz” bir yoldan geliyor, üzerinde zamanın kiri, pası var.

        Bendeki “şakacı yanı” sevdi galiba o, ben de ondaki gizli şiiri.

        Belliydi, “Hızır’la Kırk Saat” zikrinden kalkıp gelmişti ayağının tozuyla.

        *

        Hiç kitabı yoktu. Dergilerde yazıyordu ama o zamana kadar o dergilerden hiç biri benim elime geçmemişti.

        Hani hep “mahalle” kültüründen, sıcak akrabalıklardan, komşuluk ilişkilerimizden bahseder de övünürüz ya bu hasletlerimizle, düşünce hayatımızda bu “sıcak ilişkiler” yoktur mesela memleketimizde. Farklı fikirlerde olan insanlar hep birlikte aynı yerde yaşarız, mahallelerimiz dikenli tellerle ayrılmış birbirinden, yine de mesela deprem olduğunda aynı anda Allah’a sığınırız, hepimiz aynı şekilde tiksiniriz domuz etinden, başımıza bir felaket geldiğinde soluk soluğa birbirimizin yardımına koşarız ama zaman sakinleşip dalgalar mutedil bir havaya büründüğünde herkes kendi “mağarasına” çekilir, bütün dünyayı sadece yaşadığı kendi dünyası sanır, dikenli tellerle çevrili kendi dünyasında geçerli fikrinin, dünyanın haklı tek fikri olduğu vehmine kapılır, “öteki”den kendine bir düşman yaratıp rahat döşeğine serilir.

        Kendi adıma bu konforumu bozduğum bir anda tanıştım onun yazısıyla. Bulabildiğim her yazısını okudum. Okudukça henüz bir kitap yazmamış olmasına hayıflandım durdum.

        Üç aylık zorunlu “korona hapisliğinden” çıkıp kitapçıya girdim, uzun yıllardan beri beklediğim kitap tezgahta, öyle bana bakıyordu.

        “Gömleği Yalnız”... Evet, onun adı yazılıydı kapakta, Mustafa Şahin... Demek sonunda beklediğim kitabı çıkardın be kardeşlik!

        *

        Buraya kadar, yazıda tırnak içine aldığım cümleleri onun YKY’dan çıkan “Gömleği Yalnız” adlı kitabından aldım. Bu yayınevinin yaptığı güzel işlerden birisi de “iyi edebiyatta” “mahalle ayrımı” yapmamasıdır. (Kitapla ilgili bir tanıtım yazısı yazan sol cenahtan birisi, onu hiç tanımadığından olsa gerek, nasılsa bu yayınevinden laiklerin kitapları çıkar diye düşünmüş olacak ki, onun için “İslami terminolojiye oldukça hakimdir” gibi bir saptama yaptı!)

        *

        Mustafa Şahin dindar, muhafazakar okurun iyi bildiği, yakından tanıdığı, belirli bir okuru olan, buna karşın laik solcu kesimin de bu kitap sayesinde tanıyacağı yirmi dört ayar saf bir yazardır. Kelimelerin nabzını öylesine büyük bir ustalıkla tutuyor ki, hepsini küheylan bir ata bindirip kanatlandırmadan izin vermiyor yanından geçip gitmelerine.

        *

        “Kördüğüm” hikayesi şöyle başlar:

        “Lokman Hekim’de şifalı bitkilerin birbirinden tuhaf adlarını merakla okurken kavanozlardan birinin önünde sıtmaya tutuldum. Sıtma kan devranını durdurur mu bilmiyorum ama bu içimin üşümesine sıtma demem gerekiyor galiba. Kanımı donduran şey KardeşKanı kavanozuydu. Ahududunun, zencefilin, böğürtlenin, adamotunun yanında tüyler ürperten bu nesne acep ne ki diye düşünürken ürpertiyle hangi derde deva olduğunu sordum: ‘Korku için,’ dedi aktar, ‘korku için’”.

        Bir 12 Eylül anlatısıdır aslında hikaye. On dokuz yaş üzerine... “On dokuzunda ihtilale yakalanmak zordur. On dokuzunda her şey zordur da kanlı bir ihtilale yakalanmak en zorudur. Daha zoru on dokuzunda arkadaşlarını kaybetmektir. Hayat senden habersiz davetkar gözlerle gel diye işmar ederken o taşınmaz idealler adına kendini ertelemek ne kadar zordur.”

        Okurken kitabı burada sesi gittikçe kayboldu yazarın. Başka bir ses bastırdı sesini onun. Belki de aktarda rastladığı “KardeşKanı” kavanozunun “korkuya iyi geldiği” bilgisine ulaşan anlatıcının zihnime oynadığı bir oyun aklıma şu soruyu getirdi:

        Osmanlı’da padişahın kardeşlerini boğdurtması “Nizam-ı Alem zarar görmesin” diye miydi gerçekten, yoksa tahta çıkar çıkmaz, “ya kardeşlerimden birisi iktidarı benden alırsa” korkusu muydu?

        Cevap ne olursa olsun, “KardeşKanı” kavanozundaki şey her ne ise demek ki “korkuya” iyi geliyordu.

        Korku olmasa insan evladını boğabilir mi? Ya kardeşini? Saltanat kanı dökülmez bizde, biz hayvan mıyız ki kan dökelim, o yüzden rakibimizi boğazlamamız lazım. Boğazladığımızda kanını dökmemiş oluruz, gerçi o sırada “anasından emdiği süt burnundun gelir” ya, o süttür, kan değil. Kan korkutucu bir şeydir, kirlidir. Süt besleyicidir, temizdir, büyütür. Kan ölümün simgesidir, süt ise hayatın.

        *

        Sahi, kim kullanmış ilk defa şu “anasından emdiği süt burnundan geldi” deyimini?

        Üçüncü Mehmet’in tahta çıktığı gündü der tarihçiler. 19 kardeşi vardı, hepsinin ölmesi gerekiyordu, aksi taktirde birisi onun saltanatına son verip, yerine geçebilirdi. Korkuyordu, hepsinin ölüm emrini verdi. Şehzadelerden birisi bebekti. Cellat onu annesinin kucağından almaya gittiğinde memesinin çekiştiriyordu annesinin. Aldılar sabiyi anne kucağından, bebek çırpındı, boğazına sarıldı celladın kara kıllı elleri, sıktıkça sıktı, bebeğin soluğu kesildi, boğulurken emdiği süt burnundan çıktı. Bu deyimin bu vahşetten çıktığını söyler tarihimizde tuhaf hadiseleri kaydeden vakanüvisler.

        Fatih Sultan Mehmed’in “Kanunnamesi’nden alıyordu yetkisini padişah. Karındaşını boğdurtan Fatih namlı 21 yaşındaki çocuk Kanunnamesinde diyordu ki:

        “Ve her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların Nizam-ı Alem için katl eylemek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir. Anınla amil olalar.”

        Devletin bekası için gerekliydi diye belletiyorlar bize mektepte. Öyle olmasa devletin başı için kendi başını feda etmeye hazır şehzadeler birbirine girer, devlet zarar görür sonra!

        Oysa bu Kannunname tam tamına 244 yıl yürürlükte kaldı.

        19 kardeşini, “devletin bekası” için boğduran Üçüncü Mehmet öyle şişmanladı, öle şişmanladı ki daha 37 yaşındayken kalp sektesinden can verdi. Yerine 13 yaşındaki oğlu Birinci Ahmet’i getirdiler. Biat töreni ile babasının cenaze töreni aynı gündü. Cenazeyi Ayasofya Camii’ne götürdüler. Ancak çocuk padişah, babasının cenazesine gitmedi. Herkes şaşırdı. Padişah huzurda değilse, cenaze namazı kılınamazdı, o yüzden Şeyülislam padişaha gitti. Çocuk padişah cenaze namazına gitmemeye kararlıydı:

        “Taht sahibi olmak için 19 kardeşini ve bir oğlunu öldüren adam, babam da olsa katildir. Ben bir katilin cenazesine gitmem, siz defnedin onu.”

        Böylece 244 yıl süren “kardeş katli” geleneğini Birinci Ahmet bitirdi.

        Ondan sonra da Osmanlı İmparatorluğu 300 yıl daha yaşadı, padişahların kardeşleri hayatta kaldı diye “Nizam-ı Alem’e” halel gelmedi.

        *

        İstanbul’u Bizanslılardan alan Fatih Kanunnamesine dayanarak Osmanlı; şehzadeleri “saltanat kanı dökülmez” diyerek boğarak öldürüyordu, İstanbul Bizanslıların elindeyken onlar da prensleri adalara sürerek ölüme terk ediyordu.

        İki uygulamanın karşılaştırmasını da Yaşar Kemal anlatmıştı bize “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” romanında:

        *

        “Dedi, çok işler oldu İstanbul şehrinde. Dedi, İstanbul şehri bir kan deryasıdır. Çok padişah, çok sadrazam, çok vezir öldürüldü. Dedi, Sultan Osman on dokuz yaşında boğulmadan önce ırzına geçildi Yedikule zindanlarında. Sultan Osman hem padişah, hem de peygamberin vekili, halifesiydi, Devleti-Ali Osman’da. Dedi, başka başka çok büyük işler oldu İstanbul şehrinde, sel gibi kanı akıtıldı fakir fukaranın. Dedi, İstanbul şehrinde olanlar anlatılamaz, dile gelmez. Kelimeler yetmez. Padişahlar oğullarını, oğullar padişah babalarını, padişahlar bütün kardeşlerini doğradılar. İstanbul şehri bir ölüm, bir kırım yeridir. Dedi, çok işler oldu İstanbul şehrinde, dile gelmez. Dedi, İstanbul şehrinde prensler, gözlerine mil çekilerek adalara atıldılar. Hem de ada zindanlarına. Zindanlarda ölmüş, kör edilmiş prenslerin kemikleri, Bizans’tan bu yana zindanların dibindedir. İstanbul adalarının adına prens adaları, diyorlar, zindanlarda ölmüş, ölüleri kokmuş çürümüş prenslerden dolayı. Dedi, Osmanlı çok iyi, çok merhametliydi. Dedi, hastalanmış, yozlaşmış, delirmiş, insanlıktan çıkmışlardı, çocuklarının, kardeşlerinin gözlerine mil çektikten sonra hem de adaya, hem de zindana atmıyorlar, hemen boğduruveriyorlardı. Dedi, Osmanlı çok büyük bir dünya devletiydi. Devleti Osmaniye’nin selameti uğruna bin kardeş feda olsun diyorlardı. Osmanlı çok iyi, çok merhametliydi. Oğullarını, kardeşlerini öldürüyorlar, ölülerinin üstüne gözyaşı döküyor, dualar ediyor, namazlar kılıyorlar, görkemli törenler düzenliyorlardı. Kör edilip zindanlara atılmış prenslerin adalarını, Büyükada’yı, Heybeli’yi, Burgaz’ı, Kınalı’yı, Yassıada’yı, Sivriada’yı biliyorlardı. Dedi, Osmanlı çok merhametliydi. Bizanslıların yaptıklarını yapmıyorlar, hemen öldürüyorlardı.”

        *

        Mustafa Şahin, “Kördüğüm” hikayesini, “Sahi ne ilgisi var bu öykünün öyküyle, düğümle, kördüğümle. Ne ilgisi var zemheriyle, güzle ayazla. Ne ilgisi var bunların on dokuzla, kışla, kavanozla. Bindokuzyüzyetmişdokuzla. Bindokuzyüzdoksandokuzla. Kördüğüm hala kör” diye bitirir.

        Benim bu hikayeden anladıklarımın da “şehzade katliyle” bir ilgisi olmasa gerek.

        *

        Bazı yazarlar cilt cilt kalın kitaplar yazar, okuyanda hiçbir kalıcı etki bırakmazlar, çünkü meseleleri yoktur. Bazı yazarlar ise incecik tek bir kitap yazar, okurunun önündeki duvarda geniş bir pencede açarlar, çünkü anlatacak bir meselesi vardır hepimize.

        Sahi, “gömleğinin yalnızca yakasını yıkayanlar” kaldı mı hala memleketimizde?

        Diğer Yazılar