Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Pencereden bakıyorum. Sis basmış ortalığı. Ama sanki ondan çok uzaktayım. Sisi yer yer yüksek ağaçlar ve bayrak direkleri yırtmış. Ağaç dallarının yüzü toprağa bakıyor hala.

        Bugünlerde ilk cemre havaya düştü. Cemre “kor” demektir, sıcaklık yani… Sonra sırayla düşmeye devam edecek cemreler. Şubat sonunda suya, Mart’ın ikinci haftasında ise toprağa düşecek. (İnsanın içine de cemre düşer bazen!) Hava, toprak ve su birlikte ısınacak, 21 Mart’ta Newroz’la birlikte bizim coğrafyamızda baharın gelişi müjdelenecek artık.

        Sisin içinde; toprağa cemre düşsün de dallarıma su yürümeye başlasın diye eğilmiş yere bakan ağaç dallarının an be an nasıl bir değişim geçirdiğini, kendi içinde nasıl devindiğini bilmiyorum ama Balzac ayarında bir yazar olsaydım eğer, şimdi pencereden bakarken gördüklerimi daha iyi görebilmek için, uçup dala konan bir kuş misali uçar, o dala konar, o ağaçta olan biten her değişimi zerresine varana kadar anlatabilirdim size.

        Ama bu imkansız. Dünyaya bir Balzac geldi, yerini de kimseler dolduramadı. Belki de tarihin gördüğü en çok yazı yazan adamıydı Balzac, evinin her yerine divit ve mürekkep hokkası koymuş, bulabildiği her fırsatta yazıyordu; yemek yerken, sohbet ederken, hatta defi hacet ederken bile…

        Siz müsabaka öncesinde sadece sporcuların ısındığını sanıyorsunuz değil mi, hayır bazı yazarlar da yazmaya başlamadan önce ısınma hareketleri yaparlar.

        Mesela Balzac… Çalışma masası pencerenin önündeydi. O pencereden baktığında pek muhteşem bir Paris manzarasıyla karşılaşmıyordu. Daracık pencereden daha çok Paris evlerinin çatılarını, aralıktan bir sokağı ve gökyüzünü görüyordu o kadar.

        Ama her sabah yazı masasına oturduğunda pencereden gördüğü şeyi yazmakla başlıyordu işe. Gördüğü ne ki? Her sabah aynı şey görmüyor muydu, gördüklerinin nesini yazıyordu da demeyin. Evet aynı şeyi görüyordu ama her gün aynı şeyi yazmıyordu. Büyük yazar olmak da buydu işte.

        Yazdığı o metinler ayrı bir kitap oldu mu, bir yerlerde duruyor mu bilmiyorum ama her sabah nerdeyse aynı saatte, aynı manzaraya bakıp yazdığı bir iki sayfalık metinler, onun asıl yazmak istediklerinin alıştırmaları, bir çeşit müsabaka öncesi ısınma hareketleriydi.

        *

        Bizden Yaşar Kemal’in ise farklı bir deneyimi vardı. Kafasında roman yazmak var ama o Kadirli’de ağır işlerde çalışan bir ırgattır daha. Fırtınalar kopuyor içinde, yazı kurdu kemiriyor her yanını. Defterlerine sadece ağıtları yazmıyor o sırada. Karşısına çıkan her insanı, kulaklarıyla değil “gözleriyle dinliyor”du.

        Sonra oturdu mesela tapu memuru Abdülhakim Efendi’yi, 150’liklerden Darülfünun’da Şark Edebiyatı Müderrisi Fanizade Ali İlmi Bey’i “gözleriyle dinledi”; bunlar roman yazsalardı acaba hangi üslupla yazarlardı sorusunu sordu kendine ve her birisinin ağzından sayfalar dolusu roman yazmaya başladı. Yetinmedi sonra bir köylüyü, bir ameleyi, bir Alevi dedesini, bir cami imamını düşünmeye başladı, onların sesini taklit ederek yazdı, yazdı ta ki günün birinde kendi sesini buluncaya kadar.

        *

        “Gözleriyle dinlemek” dedim de… Bunu Oscar Wilde, André Gide’e söylemiş. Oscar Wilde’ın “De Profundis” (Can Yayınları) kitabına bir önsöz yazmış olan André Gide anlatır. Bir yemekte karşılaşmış iki velut yazar, galiba bu ilk karşılaşmalarıdır. André Gide’in ilk izlenimi şudur:

        Wilde sohbet etmiyor anlatıyor!

        Vardır her yerde böyle adamlar… Mesela bizden Cemil Meriç böyle biriymiş, Doğan Cüceloğlu böyleydi rahmetli, şimdilerde feylesof Dücane Cündioğlu böyle…

        Böyle adamlar sohbet sırasında anlattıkları hikayelerle orada bulunanları sınarlar önce. Anlattıkları dinleyenlerin hoşuna giderse bilgeliklerini konuşturmaya başlar, ama bilgeliklerine de oradakilerin ilgisine göre sınır koyar, asla fazlasını göstermez, karşısındakilerin heveslerine göre gardını alırlar.

        Böyle bir sohbet sonrasında Wilde ile Gide dışarı çıkar, birlikte yürürlerken Wilde, Gide’i bir kenara çeker, “Siz diğerlerinden farklısınız, gözlerinizle dinliyorsunuz,” der ve ona ama sadece ona mahsus şu hikayeyi anlatır:

        Kendisine kim aşık olursa olsun ona zinhar yüz vermeyen peri kızı Ekho’nun günün birinde bir ormanda bulup aşık olduğu sadece kendine aşık olduğu için ona yüz vermeyen Narkissos öldüğünde kır çiçekleri çok üzülmüş, onun ardından ağlayabilmek için nehirden su damlaları istemişler. “Ah!” demiş nehir, “her damlam gözyaşı olsa Narkissos’un ardından ağlamama yetmez, ben ona aşıktım!”

        “Ah!” demiş kır çiçekleri de “Nasıl aşık olunmaz Narkissos’a. Öyle güzeldi ki!”

        “Güzel miydi?” diye sormuş nehir.

        “Senden iyi kim bilebilir? Her gün üzerine eğilip senin sularında kendi güzelliğini seyrederdi uzun uzun…”

        Nehir cevap vermiş:

        “Ben ona aşıktım; çünkü sularıma eğildiğinde, onun gözlerinde sularımın yansımasını görürdüm.”

        Hikayeyi bitirdikten sonra Wilde, tuhaf bir kahkahayla kasılarak der ki:

        “Bu hikayenin adı, Mürit”tir.

        *

        Oscar Wilde, başkalarını karşısına hiçbir zaman kendisi olarak çıkmaz, Gidé’in demesine göre “başkalarının karşısına bir tören maskesiyle” çıkardı. Çevresindekileri şaşırtır, eğlendirir, bazen de kızdırırdı. Hiçbir zaman karşısındakini dinlemez, sadece kendi fikrine kıymet verirdi. Sevdiği dostlarına o gün ne yaptığını sorardı mesela. Sıradan şeyler cevabını aldığında “o halde niye anlatıyorsun, bunlar hiç ilginç değil ki,” derdi.

        Ona göre iki dünya vardı. Gerçek dünya ki sözünü etmesen de o vardı. Öteki ise sanat dünyasıydı ki, asıl bu dünyayı anlatmak lazımdı, çünkü ancak anlatıldığında var olur o dünya.

        Yine buna dair ondan bir hikaye:

        Bir adam hep hikaye anlattığı için köyünde çok seviliyor. Her sabah köyden ayrılıyor, geziyor dolaşıyor, akşam köye geldiğinde de köylüler etrafını sarıyor, gördüklerini anlatmalarını istiyorlar ondan. O da anlatıyor.

        “Ormanda flüt çalan bir Pan gördüm, çevresinde küçük periler halka olmuş dans ediyordu.”

        “Başka ne gördün?” diye sorduklarında, “Deniz kıyısına vardım, dalgaların üzerinde üç peri kızı gördüm; altın bir tarakla yemyeşil saçlarını tarıyorlardı,” diyor.

        Bu hikayeleri anlattığı için köylüler seviyor onu.

        Yine günün birinde köyünden çıkıyor, deniz kıyısına gidiyor, bir de bakıyor ki dalgaların sırtında üç denizkızı altın bir tarakla yeşil saçlarını tarıyorlar. Oradan ormana gidiyor; etrafında halka olmuş perilere flüt çalan Pan’la karşılaşıyor.

        O akşam köye dönüyor, köylüler etrafını sarıyor yine, “Neler gördün anlat hele bize” diye heyecanla sorunca onlara şu cevabı veriyor:

        “Hiçbir şey görmedim.”

        *

        Wilde’a göre sanat eserini doğanın eserinden ayıran şey güzellik” değildir. Aslında misal bir nergis çiçeği bir ressamın yaptığı çiçek kadar, belki de ondan daha güzeldir. Onları birbirinden ayıran şey, sanat eserinin “tek” olmasıdır. Doğa kalıcı bir şey yapmaz. Hiçbir şey kaybolup gitmesin diye hep kendini yeniler. Milyonlarca çiçek vardır, ama her birisinin ömrü bir en fazla birkaç aydır. Tabiat ne zaman yeni bir biçim icat etse, hemen onu yeniler. Ama mesela Van Gogh’un “Ayçiçekleri” veya “Çiçek Açan Badem Ağacı” biriciktir, bir daha hiç kimse yapamaz.

        Tanrı hiçbir şeyi tek olarak yaratmaz. Balıklar, başka bir denizde başka balıkların yaşadığını bilir. Tanrı bir Neron, bir Napolyon yarattığında, bir tanesini de kenara koyar; onu bilmeyiz, önemli değil; önemli olan birinin başarılı olmasıdır; çünkü Tanrı, insanı; insan da sanat eserini yaratır.

        Günün birinde Tanrı “tek olan bir şey yaratacakmış gibi” bir şey yapar, Hazreti İsa dünyaya gelir.

        Ama bakın onun da hikayesi var:

        Arimatealı Aziz Yusuf bir akşam vakti, Hazreti İsa’nın az önce can verdiği Golgota Tepesi’nden inerken, genç bir adamı beyaz bir taşın üzerine oturmuş ağlarken görmüş, yaklaşmış, “Istırabını anlıyorum,” demiş. “İsa gerçekten de doğru bir adamdı.”

        Ama delikanlı ona şöyle cevap vermiş:

        “Ben ona ağlamıyorum ki. Ağlıyorum, çünkü ben de mucizeler yarattım. Ben de körlerin gözlerini açtım; felçlileri iyileştirdim, ölüleri dirilttim. Ben de meyvesiz incir ağacını kuruttum, suyu şaraba çevirdim. Ama insanlar beni çarmıha germedi. Ben ona ağlıyorum.”

        Oscar Wilde’dan bugün bu kadar hikaye yeter diyor, tekrar pencereden dışarı bakıyorum.

        *

        Yazının sonuna geldim, sis hala etkisini kaybetmiş değil. İki büklüm olmuş, yere düşecek cemreyi arayan ağaç dalları da aynı halde… Size anlatacak ilginç bir şey yaşamadım bugün. Gördüğüm şeyleri siz de görüyorsunuz zaten, nesini anlatayım ki.

        Ama sanatçı öyle mi? Benim baktığım yere bir sanatçı baksaydı, kim bilir benim görmediğim neler görürdü?

        Çünkü o hepimizin her gün gördüğünü, farklı görüp farklı anlatandır.

        Ne yazık ki ben buna muktedir değilim, ama size anlatacak, benden önce anlatılmış milyonlarca hikayem var çok şükür.

        Diğer Yazılar