Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        27 Mayıs 1960 günü, yazar Kemal Tahir’in duruşması vardı. Eğer o gün askeri darbe olmasaydı, daha önce 16 yıla mahkum olmuş ve bunun 13 yılını kesintisiz yatmış olan büyük romancı, muhtemelen ağır bir cezaya çarptırılacak, tekrardan içeri girecekti. Zaten dışarı çıktıktan beş sene sonra 6-7 Eylül 1955’te çıkan, “kendi düzenine sahip çıkamayan bir iktidarın beceriksizliği yüzünden kısa sürede bir devlet rezilliğine dönüşen” olaylardan hemen sonra, hadisede hiçbir dahli olmadığı halde Kemal Tahir ile Aziz Nesin gözaltına alınmıştı. “Atatürk’ün Selanik’teki evi Rumlar tarafından bombalandı” yalanıyla ortalığı velveleye verip Rum vatandaşların üzerine ahaliyi sürerek olayları başlatan “Seferberlik Tetkik Kurulu”nun “vatansever” elemanları ise gururla dışarıda dolaşırken olaylarla hiçbir alakaları olmayan “komünist” Kemal Tahir ile Aziz Nesin aylarca Selimiye Kışlası’nın zindanlarında ömür tüketmişlerdi.

        27 Mayıs darbesi olunca birçok dava gibi Kemal Tahir davası da görülmedi. Normal koşullarda Kemal Tahir’in bu olaya sevinmesi lazım değil mi, darbe olmuş o da içeri girmekten kurtulmuştur ne de olsa! Ama o birçok solcu arkadaşının sevindiği gibi darbeye sevinmedi, onu coşkuyla karşılamadı. O bu işin içinde bir bit yeniği olduğunu ilk fark edenlerdendi.

        *

        Her şeyden önce solcular darbeyi bir “ilerici hareket” olarak görüyordu ama darbenin sözcüsü Albay Alpaslan Türkeş’ti. Peki Türkeş kimdi? Türkeş, İnönü tarafından “Turancılıkla, faşistlikle” suçlanarak tabutluklarda tırnakları sökülen Nihal Atsız ve arkadaşlarının dava arkadaşıydı. Eğer solcuların dediği gibi Menderes faşistse, “Faşist Menders”e karşı Alpaslan Türkeş nasıl olur da “solcu” bir darbe yapanların sözcüsü olmuştu? Hem darbeciler gelir gelmez, Alpaslan Türkeş’in okuduğu darbe bildirisiyle “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” demişlerdi. Madem bunlara bağlısın, senin gibi bunlara bağlı, üstelik seçimle gelmiş bir iktidarı neden tepeliyorsun? Ayrıca “NATO’ya ve CENTO’ya bağlı” bir hareket nasıl “solcu” olabilirdi, bu ne menem bir solculuktu?

        İşte Kemal Tahir’in havsalası bunu almıyor, bu durumu dostlarına izah edemiyordu.

        Bu yüzden Yassıada’da olup bitenlere tiksintiyle baktı. Bir Cumhurbaşkanının, bir başbakanın “düşürüldüğü” hali, bu hal karşısında -hadi aydınlar onlara düşmandı diyelim-, onlara oy vermiş milyonların suskunluğu, hatta yer yer “ama onlar da hak etmişti” minvalindeki tavırları karşısında, “düşenin dostu olmaz” gibi bir sözü atalarının en yaygın sözü haline getirmiş bir milletin nesiyle bağdaştırabileceğini bilmiyordu. Mizacında var olduğuna inandığı “sadizmle” bu olup bitenleri açıklamak mümkün mü, onu da bilmiyordu.

        İsyan ediyordu bu duruma ama yapabileceği fazla bir şey yoktu.

        Sadece eski “komitacı” Celal Bayar’ın durumuna bakıp benzer bir akıbeti paylaşmış olmalarına hüzünleniyordu, o kadar.

        *

        Kemal Tahir’i 13 Haziran 1938 günü polisler evinden alıp götürdüğünde 28 yaşında yakışıklı, İstanbul’un çeşitli mahfillerinde adı bilinen çapkın, uçarı bir delikanlıydı. Babası, Abdülhamit’in marangozhanesinde çalışırken, 1908 darbesiyle “işsiz” kalmış bir dülgerdi. Annesi ise yine sarayda kalfalığa yükselmeden başgöz edilmiş bir Çerkez kızıydı.

        Darbenin hazin sonuçlarını, annesinin babasının üzerinde görerek şahit olmuştu. İkisi de sefil duruma düşmüştü. O yüzden hep “ezilenlerden” yana tavır aldı. Tünel’de kaldığı bekar evinde oda komşusu Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi Sarı Mustafa (Börklüce) aracılığıyla tanıştığı Nazım Hikmet’in gür sesi, tığ-ı teber şah-ı merdan ortaya çıkması, ince lirizmi, sert gerçekçiliği hoşuna gitti, çabuk dost oldular.

        *

        Kemal Tahir, tarihin gördüğü en haksız davalarından birisi olan “Donanma Davası”nda 16 yıla mahkum olduğunda (Sonradan bütün olup bitenlerin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın bir "kompası" olduğu belgeleriyle ispatlandı) Başbakanlık koltuğunda Celal Bayar oturuyordu. Bayar, eski bir “komitacıydı”, Talat Paşa’nın talebesi bir İttihatçıydı, becerikliydi, Atatürk, İsmet İnönü’ye sinirlenip onu “Pembe Köşke” ışınlayınca, Celal Bayar’ı başbakan yaptı. O da Dersim’e hızlı girdi, kısa sürede dümdüz oldu orası. Vaktiyle CHP sözcüsü Onur Öymen’in dediği gibi “analar bir ağladı, bir ağladı”, aradan seksen küsur yıl geçtiği halde o gözyaşları hala akıyor o dağlarda, dinmedi.

        *

        Kemal Tahir; 27 Eylül 1960 günü çıkan gazetelerde, Celal Bayar’ın Yassıada’da, banyoda kement şekline getirdiği kemerini boynuna geçirerek intihar girişiminde bulunduğunu haberini okuyunca, “Bu ne rezillik yahu,” sözleri çıktı ağzından. Anayasa’da “Cumhurbaşkanı vatana ihanet hariç hiçbir suçtan yargılanamaz” hükmü olduğu halde gece yarısı Çankaya’yı basıp, elini kolunu bağlayıp denizin ortasında bir adaya götürmüşlerdi. Orada adama ne yaptılarsa artık! Ona göre komitacılıktan gelmiş, siyasette çifte kavrulmuş Bayar gibi bir kurt siyasetçi kolay kolay canına kıymazdı. Demek ki adamı canından bezdirmişlerdi!

        Bunun ne demek olduğunu kendinden biliyordu. Ona da çok çektirmişlerdi mahpushanede ama o, onlardan değildi, bir “komünist”ti. Daha doğrusu onlar onu kendilerinden saymıyorlardı. Çizgiyi geçtiği için, onlar da ona karşı rahatlıkla çizgiyi geçebilirlerdi. O yüzden zulüm görmüş, kan kusturmuşlardı.

        Ama bugün Yassıada’da benzer bir işkenceye tabi tuttukları politikacılar kendilerindendi, “komünist” falan değillerdi yani. Halk Partisi ile Demokrat Parti arasında ne fark vardı ki, birini öteki doğurmamış mıydı? Aralarındaki kavga bir “çıkar” kavgasıydı. Böyle ise birbirlerine bu kadar ağır saldırmamaları lazımdı, bugün banaysa yarın sanaydı! Bırakın benzerliği, her şeyden önce tutsak ettikleri, insandı! İnsanı canından bezdirmek ne demek, böyle bir zulüm hangi kitapta yazardı! Bunun namussuzluk olduğunu her yerde haykırmalıydı!

        İnsanlar neden kendisi kadar öfkelenmiyorlar bu işe diye düşünür ve cevabını bulur. Evet, kimse onlar gibi denizin ortasında bir adada yargılanmadığı için olabilir miydi? Acaba kendisi de denizin ortasında, yapayalnız yargılanmamış olsaydı, Yassıada’da Bayar ve arkadaşlarının bu şekilde yargılanmalarını herkes gibi kabullenir miydi? Hayır,dedi bu soruya ve düşünmeye devam etti.

        *

        1938’de Nazım Hikmet’le birlikte Marmara’nın açıklarında “Erkin” gemisine kapatılmışlardı. Gemi çelikten bir dağ misali denizin ortasında, kavurucu yaz sıcağının altında fokur fokur kaynıyordu. Duruşma genişçe bir salonda yapılıyordu. Kemal Tahir’in suçu, kardeşi Nuri Tahir ve bir arkadaşına her yerde satılan Sabahattin Ali’nin kitaplarını (evet, evet şu anda memlekette bestseller olan o kitaplar) okumak için vermesiydi. Kardeşi ve arkadaşı Bahriyeliydi. Hafta sonu izinli çıktıklarında ona geliyorlardı. Kitaplığından seçtikleri kitapları alıyor, gemiye götürüyor, okuyup getiriyor, yenisini alıyorlardı. Kemal Tahir hangi kitapları aldıklarını bile bilmiyordu. Kitaplığında her türlü kitap vardı; Nihal Atsız’ın kitapları da Sabahattin Ali’nin kitapları da Nazım Hikmet’in kitapları da…

        Onu da Nazım Hikmet’i de öteki sanıkları da önce Yavuz Zırhlısına kapattılar. Kemal Tahir kapatıldıkları yeri şöyle anlatır:

        “Evvela Yavuz kruvazörüne götürülmüştük. Orada Almanların domuzları besiye kapadıkları sintine bölümlerine konulduk. Güverteden 101 basamakla iniliyordu. Deniz seviyesinin çok altındaydı. Motorla hava verilen bir yerdi. Sinekler havasızlıktan düşüp ölüyordu...”

        Sorguya burada getirilip götürülüyorlardı. O sorgulamalar sırasında suçunu öğrendi; askeri öğrencilere kitap vermek! Böylece onları isyana teşvik etmek!

        Aylar süren sorgudan sonra nihayet duruşma Erkin gemisinde başladı. Güneşin altında kalmış çelikten kızgın bir dağa benzeyen geminin içi ekmek fırını gibi sıcaktı. Mahkeme heyetinin tepesinde vantilatörler vardı, buzlu sürahilerde erler onlara sürekli limonata servisi yapıyordu. Sıcak sanıkların dilini damaklarına yapıştırdığı için doğru düzgün konuşamıyorlardı bile. Bir yudum su olsun vermiyorlardı.

        Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Nuri Tahir, Hamdi Alev (Şamilof), Emine Alev, Hikmet Kıvılcımlı, Fatma Nudiye Yalçı, Kerim Korcan, Mehmet Ali Kantan, Seyfi Tekdilek ve Hüseyin Avni Durugün bir hizada sıralanmış taburelerde oturuyorlar. İki yanlarında iki bahriye eri vardı… Karşılarında askeri hakim ve savcılar… Dehşet bir sıcak var salonda. Ben diyeyim 45, siz deyin 50 derece falan… Birden Kemal Tahir’in yanında duran küt diye yere yığılır. Hemen yerinden fırlar, çocuk yere çarpmadan başını dizine yerleştirir. Birden savcının bütün salonu dolduran hiddetli sesi duyulur:

        “Bırak onu orada, dokunma!”

        Savcı, düşüp kafasını parçalamasına engel olduğu askere yardım etmesine kızmıştı. Kemal Tahir oralı olmadı, bayılan eri orada bırakmaya vicdanı el vermemişti, yanına bir arkadaşı gelince eri ona teslim edip yerine oturur, kafasını kaldırır, savcıyla göz göze gelir. Gördüğü göz değil iki leş böceğiydi sanki.

        “Ne bağırıyorsun, onu bu hale ben değil, siz getirdiniz,” der savcıya.

        Belki de Kemal Tahir’in tek suçu o sırada savcıya bağırmasıydı, yoksa kardeşi ve arkadaşına kitaplığını açmış olması suç falan değildi.

        Ve yüzüne hüküm okunur:

        “Kemal Tahir, kitaplar vasıtasıyla fikri telkinlerde bulunduğu ve bu suretle maznunun askeri isyana teşvik suçunu işlediğine tam vicdani kanaat hasıl edilmiştir. İstihsal edilmek istenen neticenin vehameti, takdiri şiddet sebebi addiyle, takdiren on altı yıl müddetle ağır hapis cezaıyla cezalandırılmasına ve hidematı ammeden müebbeden mahrumiyetine…”

        (Fevzi Çakmak kararlıydı, komünistleri hapishanede çürütmeden rahat etmeyecekti.)

        Bu bir zulüm kararıydı. Kanun duruşmanın aleniliğini öngörür, kanunu takan kim? Celal Bayar’ın Başbakan olduğu bir düzende, kimsenin yanından bile geçemediği denizin ortasında bir zırhlıda görülmüştü duruşması, tıpkı Celal Bayar ve arkadaşlarının sanık olduğu bir düzende, şimdi olduğu gibi ıssız bir adada zulüm altında yapılan duruşmaları gibi.

        Kemal Tahir karar üzerine karısı Fatma İrfan’a şu mektubu yazar:

        “Canım karıcığım.

        Muhakkak tahmin ettiğin gibi mahkûm oldum. Sade şu kadarını sana malumat olarak anlatayım ki, Nuri Tahir (18) sene ağır hapse mahkum oldu. Ben de (15) sene aldım. Nazım Hikmet'e (15) seneden başka (20) sene daha verdiler. Hamdi'nin karısı Emine (5) seneye, Doktor Hikmetin karısı (10) seneye mahkum oldu. Birkaç güne kadar tevkifhaneye sevk edileceğiz. Orada konuşuruz. Bir de bugün görüşmek için paşa emir imzaladı. Şimdilik paradan başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Hepimiz sıhhatli ve neşeliyiz...”

        *

        Celal Bayar’ın intihar girişimi haberini gazetede okuyunca bütün bunlar aklına gelir.

        Aradan yıllar geçer. Celal Bayar idamdan kurtulur. 1966 yılında çıkartılan bir af kanunuyla cezaevinden çıktıktan sonra “Ben de Yazdım” adıyla hatıralarını yayınlar Celal Bayar. Kemal Tahir kitabı hemen alır. Bu kadar çok şey yaşamış bir devlet adamının hatıratını yazmış olmasını çok önemser. Zira Batı’da politikacılar, bir kağıt parçasına bir şey yazmışlarsa, altına tarih atıp saklarlar. Çünkü gizli bir iş yapmıyorlar. Bizde ise politikacılar “Batılı” değil, “Batı yanlısı” oldukları için, onlar gibi giyinmeyi, onlar gibi yemek yemeyi, onlar gibi müzik dinlemeyi severler ama politik hayatlarında yaptıklarına gelince onların tersi anında dilsiz kesilirler, yaptıkları işi bir sır perdesinin arkasına saklar, ona bir gizem verirler. Bu yüzden de kimse kolay kolay hatıralarını yazmaz, yazsa bile derinine inmez, yüzeyde gezinirler, Celal Bayar’ın bunu kırmış olması Kemal Tahir’in çok hoşuna gider.

        Evinden hiç çıkmayan arkadaşı İsmet Bozdağ’a, Celal Bayar’la tanışmak istediğini söyler. Bozdağ aracı olur, giderken Celal Bey’e Kemal Tahir’in imzaladığı “Devlet Ana” romanını götürür İsmet Bozdağ.

        Celal Bayar, Kemal Tahir hakkında hiçbir malumatı yoktur. Romanı okuduktan sonra İsmet Bozdağ’a, “Kim bu adam?” diye sorar.

        O da ona Kemal Tahir’i anlattır, çektiği çileyi, kardeşine Sabahattin Ali’nin kitaplarını verdiği için, evet sırf bunun için kesintisiz 13 yıl hapis yattığını söyler.

        Sonra ikisi; biri denizin ortasında, demirden bir dağın içinde, öteki bir adada yargılanmış, biri bu memleketin geçirdiği badirelerin içinde önce komitacı, sonra genel müdür, bakan, Başbakan, nihayet Cumhurbaşkanı ve en sonunda idam hükümlüsü olarak ömrünü geçirmiş bir politikacı; öteki genç yaşında, kardeşine herkesin okuduğu kitapları verdiği için şu anda ziyaretine gittiği kişinin başbakanlığında 16 yıl hapis cezasına çarptırılmış, bunun on üç yılını yatmış, yine aynı adamın Cumhurbaşkanlığında çıkartılan afla dışarı çıkmış, yine aynı adamın Cumhurbaşkanlığında tekrar içeri alınmış, yattığı onca yıla rağmen, gördüğü onca eziyete rağmen tek bir gün bile “devletinden şikayetçi” olmamış, dışarı çıktıktan sonra cilt cilt romanlar yazmış, artık ufak ufak kalbi teklemekte olan bir adam olarak buluşmaya karar verirler.

        Evleri yakındı. Kemal Tahir Şaşkınbakkal’da, Celal Bayar Çiftehavuzlar’da oturuyordu. Kemal Tahir, İsmet Bozdağ’la birlikte Celal Bayar’ın evine giderken o gün kravat takmış, takım elbise giymişti. Çalışma odasında Bayar onu bekliyordu. Kemal Tahir bir saygı izlenimi verecek kadar eğilerek elini sıktı ihtiyarın. Bayar sağındaki koltukta yer gösterdi ona, oturdular, koyu bir sohbete daldılar.

        Not: Bu yazıyı yazarken İsmet Bozdağ’ın “Kemal Tahir’in Sohbetleri” kitabından yararlandım.

        Diğer Yazılar