Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Dünya devrim tarihi içinde belki de en absürt, en tuhaf devrim, sanırım bizdeki “Şapka Devrimi”dir.

        Devrim, bir şeyi devirip yerine yeni bir şey koymaktır. Şapka Devrimi sırasında devrilen şey neydi tam bilmiyorum ama yerine konan şapkadan yaklaşık kırk yıldan beri eser yoktur. Devrim sırasında yürürlüğe giren “ilerici şapka” zamanla eskidi, bir ara Süleyman Demirel’in kafasından inip eline geçti, rahmetli de ölünce, uzak dağ köylerinde güneşe karşı siperlik olsun diye birkaç köylünün kafasında kaldı, o kadar. Belki de o köylüler, İkinci Dünya Savaşı’nda bir adada mahsur kalmış, savaşın bittiğine inanmayan Japon askerleri gibi, kanun çıkar çıkmaz şapkasız başı koparan İstiklal Mahkemeleri Başkanı Kel Ali’nin (Çetinkaya) hala yaşadığını sanıp, onun korkusundan taşıyorlardı kafalarında kim bilir.

        Bugün şapkayı takan yok ama Şapka Kanunu hala yürürlükte; mesela Kel Ali bugün yaşasa İstiklal Mahkemeleri’nin başkan kürsüsüne tekrar otursa, hepimizin, vakti zamanında şapka takmadı diye idam ettiği yüze yakın insan gibi boynuna yağlı urgan geçirebilir; bizi şapka takmadığımıza pişman edebilirdi.

        *

        Akla aykırı ne kadar dedikodu varsa ve o dedikodu gazeteciler arasında konuşuluyorsa, bilin ki o dedikodunun doğruluk payı bir hayli yüksektir. Gazeteler her şeyi doğru yazmayabilir ama gazetecilerin duyduğu her şey doğruya çok yakındır. Hele magazin gazetecileri çok az yanılırlar.

        Şapka Devrimi’nin yola çıkıp gelmekte olduğunu ilk duyanlardan birisi de o sırada gazetelerde aşk romanlarını tefrika eden, daha çok edebiyat ve magazin ağırlıklı haberler yapan yazar Hikmet Şevki’dir.

        *

        Şeyh Sait hadisesi, muhaliflerden kurtulmak için büyük bir fırsat verdi yeni rejimin eline. “Takrir-i Sükun”la üç kuş aynı anda vurulacaktı. Bu kanunla Kürtlerin anası ağlatılacak, Şapka Kanunu’yla İslami düşünce sindirilecek, Üç Aliler Divanı’yla da tehlikeli İttihatçıların tümü idama gönderilecekti. Divan üyeleri Gaziantep milletvekili Kılıç Ali, Laz Ali (Bıçakçı) ve Dr. Reşit Galip’ten müteşekkildi. Mahkemenin savcısı ise Necip Ali (Küçüka) Bey’di.

        *

        En az Fransız Devrimi kadar “görkemli” bir devrim olan Şapka Devrimi’nin, önüne çıkan bütün bentleri yıka yıka gelmekte olduğunu ilk duyan gazetecilerden birisi olan Hikmet Şevki, o sabah kafasına çamaşır leğeni kadar geniş bir hasır şapka geçirerek “Üç Aliler Divanı”nın yolunu tutar.

        “Üç Aliler Divanı” adıyla bilinen İstiklal Mahkemesi, Ankara’da Hacı Bayram türbesine giden yolun alt sokağında, iki katlı harap bir binadadır. Mahkemeye kafileler halinde insanlar getirilmektedir. Komünistler ayrı kafile, islamcılar ayrı, Kürtler ayrı… Mahkeme giyotin satırı gibi çalışmakta, sağ girenin cesedi çıkmaktadır.

        Şevket Süreyya Aydemir mahkemeye o gün getirilen “komünistler” arasındadır, olup bitenleri “Suyu Arayan Adam” kitabında etraflıca anlatır.

        Alt kat sahanlığında bir yere oturtulurlar. Yukarıda büyük bir hareketlilik vardır. İnenler, çıkanlar, getirilenler, götürülenler… Bir anda kopan büyük bir gürültü bütün sesleri bastırır. Başında kocaman bir kalpak bulunan, iri yarı çam yarması, böyle Kırkpınar çayırında nice yiğidin sırtını yere getirmiş pehlivan yapılı bir adam, merdivenin başında avazı çıktığı kadar bağırmakta, tepinip durmaktadır. Bu adam, Mahkeme Başkanı Kel Ali’den başkası değildir. Kafasında çamaşır leğeni büyüklüğünde hasır şapkası olan gazeteci Hikmet Şevki’nin yakasına yapışmış, tartaklayıp durur. Hikmet Şevki, pehlivanın elinde çırpınıp durur. Kel Ali avazı çıktığı kadar bağırır:

        “Nedir bu kepazelik ulan? Bu şapka da ne oluyor geri zekalı? Baban da mı şapka giyerdi? Anandan şapkalı mı doğdun be pezevenk?”

        Küfürler gittikçe galizleşir, muamele daha da sertleşir. Pehlivan, genci merdivenin başına kadar getirir. Çevirir, mabadına var gücüyle bir tekme indirir. Gazeteci kıçına yediği tekmenin şiddetiyle merdivenlerden bir tekerlek gibi yuvarlanır, çantası bir tarafa, şapkası bir tarafa savrulur. Heybetli pehlivan hala sakinleşmemiştir. Basamakların başında durmuş, avazı çıktığı kadar ağza alınmayacak küfürler savurmaya devam eder. Genç gazeteci merdivenin dibinde çantasını, şapkasını güçbela toplayıp kendini alelacele sokağa atar. Kel Ali’nin sesi arkasından gittikçe kaybolur.

        Hikmet Şevki, yakında şapka devrimi, diye bir devrimin gelmekte olduğunu duymuş hem hava atmak hem de devrimin öncülerinden birisi olmak hasebiyle o gün kafasına o geniş şapkayı takarak mahkemede haber toplamak için Üç Aliler Divanı’nın yolunu tutmuştu. Kel Ali’den takdir beklerken, kıçına tekmeyi yemişti.

        *

        Bu hadiseden çok kısa bir süre sonra, 28 Kasım 1925 günü “Şapka Kanunu” kabul edilir. Atatürk, halka şapkayı tanıtmak için Kastamonu’da onu ahaliye gösterir, “Efendiler, buna serpuş derler” der. Falih Rıfkı Atay şapka devrimini neden İzmir’de değil de Kastamonu’da başlattığını Atatürk’e sorar, Atatürk de “İzmir tarafı halkı beni çok defa gördü. Eğer orada şapka giysem bana değil, şapkama bakarlardı. Beni ilk defa görenler ise şapkamla olduğum gibi kabul ettiler,” cevabını verir.

        *

        Şapka Devrimi ile birlikte, “kuvacı kalpağı”nı atıp kel kafasına “modern şapkayı” ilk geçiren zatlardan birisi, inkılabın kokusunu alıp kafasına şapkayı erken geçiren gazeteci Hikmet Şevki’nin mabadına katır tepiğini indiren Kel Ali olur. Kel Ali, kel kafasına güzel bir şapka geçirerek hemen işe koyulur.

        Şapka Kanunu, dini kamusal alanın dışına çıkaran birçok yasanın sonuncusudur. Belki de en çok tepki çekenidir. Öyle ki Atatürk’ün birçok arkadaşı da bu kanuna karşı rahatsızlığını belirtir, “muasırlaşmanın” fikir babası Ziya Gökalp bile bu “inkılaba” mesafeli yaklaşır. Devrimler içinde Kemalistlerin savunmada en çok güçlük çektikleri inkılap bu inkılaptır.

        *

        Dindarların bir kısmı, kafasına bu “gavur icadı” şeyi geçireceğine, kafasını Kel Ali’nin yağlı urganına uzatmaya hazırdır.

        Tevfik Çavdar’ın verdiği bilgiye göre 14 Kasım’da Sivas’ta, 22 Kasım’da Kayseri’de, 24 Kasım’da Erzurum’da, 25 Kasım’da Rize’de, 26 Kasım’da Maraş’ta ve 4 Aralık’ta Giresun’da şapkaya karşı nümayişler düzenlenir. Eylemlerin başını “bilinçli İslamcılar” çeker, sıradan Müslümanların önemli bir kısmının “Frenk mukalliti” bu başlıkla pek bir sorunları yoktur.

        Kel Ali ve heyeti ilk idam kararını, “halkı sarık sarmaya teşvik eden” Nakşibendi Şeyhi Ahmet Hamdi Hoca ve dört arkadaşı hakkında verir. Gezici mahkeme oradan Sivas’a gider. Şehrin duvarlarına şapka aleyhine ilan yapıştırmaktan bütün mahalle muhtarları ve belediye memurları sanık sandalyesine oturtulur. Yargılama sonucu İmamzade Mehmet darağacını boylar, Belediye Başkanı Abbas Bey ve yirmiye yakın sanık paçayı kıl payı kurtarır.

        Erzurum’da ise bir grup kafalarına “kabalak” ve “ağniye” denilen “çağdışı bir serpuş” geçirerek Vilayete ve Kolordu komutanlığına yürür, garnizon komutanı Hasan Paşa göstericilerin üzerine ateş açtırır, on kişi ölür, sokağa çıkma yasağı ilan edilir, ardından sıkıyönetim gelir. Mahkeme hemen yargılamalara başlar, Şeyh Hacı Osman başta olmak üzere yirmi sanık idama mahkum edilir ve kararlar anında infaz edilir.

        Kel Ali ve arkadaşları durmadan, oradan oraya koşturur. Rize olaylarının duruşması 11 Aralık’ta yapılır. “Halkı şapkaya karşı isyana teşvik” suçundan 143 kişi sanık sandalyesine oturtulur. Üç gün sonra karar açıklanır. Vaiz Farahçıoğlu Sabit, İmam Şaban Koliva, Muhtar Yakup, Peçeli Mehmet, Güneysulu Arslan Peçe, Bekçi Kadir Kokize, Asliye Mahkemesi Başkanı Hafız Osman ve Avukat Hulusi idama mahkum edilir. Karar verilir verilmez, yarım saat içinde hepsi asılır.

        Kel Ali ve arkadaşlarına göre bütün fitnenin başı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” kitabının yazarı İskilipli Atıf Hoca’dır. Heyete göre Hoca ve arkadaşları şapkaya karşı kurulan gizli bir örgütün üyesidirler.

        Cağaloğlu’ndan Beyazıt’a, Hakkaklar’dan Fatih’e eskiden beri muhafazakar olarak bilinen herkes, Hoca’yla yayıncılık dahil her türlü münasebeti olanlarla, Atıf Efendi’yi eskiden beri tanıyanların alayı tutuklanıp Giresun’a gönderilir. Dava burada, tiyatro salonunda görülür. Sanıkların arasında dini çevrelerde Giresunlu Hoca diye bilinen Şeyh Muharrem ile İskilipli Atıf Hoca da vardır. 60 sanıklı davada idama mahkum olan Şeyh Muharrem ile Abdullah Hoca anında asılır.

        Kel Ali ve arkadaşları, İstanbul’dan getirilen sanıklarla birlikte gemiyle İstanbul’a dönerler. Gemiden iner inmez Kel Ali basına bir açıklama yaparak, “Yapılan yargılama sonucu İskilipli Atıf Hoca da dahil bütün İstanbullu sanıkların masumiyeti ortaya çıkmıştır,” der. Bu demeç gazetelerde çıktığında İskilipli Atıf Hoca ve beraberindekiler yargılanmak üzere bu kez Ankara yolundadır.

        Ankara’da şapkayla ilgili iki dava görülür. Maraş’ta yargılanıp idam edilenler dışında Vali’nin başkente gönderdiği sanıklar yargılanır, bunlardan Molla İbrahim, Bayraktar Hamdi, İnşallah-Maşallah Ali ve Pekmezci Hüseyin idam edilir.

        İkinci mahkeme ise 5 Şubat 1926’da görülür. Babaeski eski müftüsü Ali Rıza ile İskilipli Atıf Hoca Divan’ın karşısına bir kez daha çıkarılır. Savcı, Atıf Hoca için üç yıl ceza ister. Kel Ali, savcı Necip Ali’nin talebini yetersiz bulur, kısa bir süre önce “suçsuz bulduğu” Atıf Hoca ile eski müftüyü darağacına gönderir.

        Tevfik Çavdar’a göre Ankara İstiklal Mahkemesi 70’in üzerinde Vicahi, 50’nin üzerinde gıyabi idam kararı vermiştir.

        *

        Kel Ali, iflah olmaz bir inkılapçıydı. Ona göre inkılap “Arkadaşlar birbirini asmaya başladığında” olan bir şeydi. “Yalnız suçluların, hainlerin değil, suça istidadı olanların, hıyanet edebileceklerin, hatta şu veya bu sebeple vücudu zararlı olanların kısacık mahkemelerden sonra öldürüldükleri zaman” oluyordu inkılap.

        O yaşadığı inkılabın baş muhafızıydı. Birçok arkadaşını kendi eliyle gönderdi darağacına. Bundan dolayı hiç üzülmedi. Gündüz mahkeme reisi olarak arka arkaya onlarca idam kararına imza atıyor, mesaisi bitince de mütevazı evine bir aile reisi olarak dönüyordu. Samet Ağaoğlu’na göre, “Görünüşü, Mahkeme Reisliği kürsüsünde ne kadar sert, haşin, kaba ise o yerden iner inmez hemen değişiyor, bastonuna dayanarak, biraz öne eğilmiş yürüyen kendi halinde, sade bir insan oluyordu.”

        Mahkeme sırasında laubali davranıyor, sanıklarla alay ediyor, kindar davranıyor, peşinen herkesi suçlu görüyordu. Ağaoğlu şu anekdotu aktarır.

        “Sanık sandalyesinde Kürt bir telgraf memuru vardır. Suçu, Şeyh Sait hareketi sırasında bir arkadaşına çektiği, ‘Din uğruna büyük şehit Hazreti Hamza’nın yanına gitmeğe hazırım,’ telgrafıdır. Kel Ali gözlüklerini burnunun ucuna kadar indirir, dudaklarının arasından sesi bir ıslık gibi çıkar, ‘Demek Hazreti Hamza’nın yanına gitmeğe hazırsın. Peki, yarın sabah orada olacaksın’ der.”

        Yine Samet Ağaoğlu’na göre o “devletin dördüncü kuvveti”ydi. Yıllar yılı astığı astık kestiği kestik bir güç olarak hayatını sürdürdü ve gün geldi miadını doldurdu. Ağaoğlu’nun dediğine göre, “Kudret elinden gidince hırçınlaşmağa” başladı. Bu hırçınlık ona pahalıya patladı. Bir gece Atatürk’ün sofrasından hırpalanarak kaldırıldı, kapının önüne kondu.

        Bu durum onu çok üzdü. Ona göre Milli Mücadeleyi o başlatmış, düşmana ilk kurşunu o sıkmıştı.

        Onu yakından tanımış olan Samet Ağaoğlu der ki:

        “Son seneleri vicdanı ile kafası arasında beliren hayallerin, başlangıçta zaman zaman, sonraları gece gündüz, hatta şuurunu büsbütün kaybettiği ölümünden önceki haftalara kadar tehditleri, kavgaları, kahkahaları, mimikleri arasında geçti.”

        Derin bir buhranın pençesindeydi. Yaşadığı her şeyi hatırlıyordu. Sanki hayatı tekrar tekrar yaşıyordu. Yatağından aniden fırlıyor, “Meclis’e gideceğim” diyordu. Hemen giydiriyorlar, biri koluna giriyor, bir arabaya bindiriyor, biraz gezdirdikten sonra eve geri getiriyordu. Ama o kendini Meclis’e gelmiş sanıyordu. Bir sedire oturuyordu. Etrafında halka olmuş, gözlerinin içine bakan mebuslar var sanıyordu. Onlara nutuk atmaya başlıyordu. Kimini azarlıyor, kimine gülüyor, bazısını ise tehdit ederek bağırıyordu.

        Etrafını sarmış olan hayaletler içinde tek suçu; "eğer muhalifler örgütlenir de yönetimi ele geçirmek isterse, onlara önderlik yapabilir" diye idam ettiği çok yakın arkadaşı Maliyeci Cavit de vardı.

        Cavit'i idam ettikten sonra geride kalan karısı ve çocuklarını takibe almıştı. Aileye yakın kişilerden haberlerini alıyordu. Nasıl yaşıyorlar? Neyle geçiniyorlar? Bir gün Samet Ağaoğlu’nun ablasını Cavit’in eşine gönderdi, çocuklarının tahsil masraflarını üzerine almak istediğini iletmesini söyledi. Fakat aldığı cevap çok kahrediciydi:

        “Ben onun yardımıyla çocuklarımı okutacak kadar sefil değilim.”

        Son günlerinde şuurunu kaybetmişti. Ölüm döşeğinde, Azrail başucunda ruhunu yavaş yavaş bedeninden çekerken, titreye titreye “Cavit, Cavit” diye sayıklamaya başladı, “Cavit geliyor, geliyor” diye bağırdı.

        Gözlerini hayata kapatırken, başta arkadaşı Maliyeci Cavit olmak üzere idama gönderdiği yüzlerce kişi dik dik gözlerinin içine bakıyordu.

        Gözleri açık gitti!

        Diğer Yazılar