Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Özellikle 1970’li yıllarda irili ufaklı her sol örgütün mutlaka bir “ajitatörü” vardı.

        “Ajitatörler” erkekti. En önemli işleri; miting öncesinde, önemli bir toplantıda, “devrimci gecelerde” şiirlerle, külçe gibi ağır süslü laflarla kitleleri coşturmak, onları o eyleme hazırlamaktı. Slogan dolu şiirler ağızlarında büyür, etkili cümleler adeta ateş topu haline gelerek kitleye dalga dalga yayılırdı.

        Günümüzde de benzerleri vardır onların, “anonsçu” diyorlar şimdi onlara; daha çok siyasi partilerin mitinglerinde genel başkan kürsüye çıkmadan önce “kitleyi dolduruşa getiren” günümüz “anonsçuları” ne yazık ki eskinin “ajitatörlerin” eline su bile dökemezler.

        Çok eskiden bu adamlara “hatip” deniyordu. Hatta içlerinden birisi var ki onun adı “milli hatip”ti. “Milli hatip” Ömer Naci, memleketimizde bu işin öncüsüdür. Milleti gündüz gözüyle "darbeye" çağırmıştır! Merhum bu işi başlatmamış olsaydı “ajitatörlük” sol örgütlere sirayet etmeyecek, günümüzün “anonsçuları” da başka bir iş aramak zorunda kalacaklardı belki...

        *

        Ömer Naci, Troçki henüz tezini ortaya atmadan önce “sürekli devrim” fikrini ortaya atıp bunu bizzat İran ve Kafkaslar’da tatbik etmiş ilk “Troçkist”tir veya Troçki, ilk Ömer Nacicidir. (Gerçi ikisinden önce bu işi kafaya koymuş bir de Napolyon var ama onu saymıyoruz!)

        Ömer Naci, kendi memleketinde “meşrutiyet devrimini” yapıp aynı devrimi Kafkaslar’da, Azerbaycan’da, İran’da hayata geçirmek için oraların dağlarına çıkarak Hüveyze ve Ahraz’a girip petrol borularını havaya uçuran ve “devrim ihracı” ilhamını Che Guevara’ya veren ilk “gerilla”dır da aynı zamanda.

        Alparslan Türkeş’le birlikte tabutluklara girip çıkan şarkıcı Tarkan’ın büyük amcası Dr. Fethi Tevetoğlu, babasından dinlediği Ömer Naci’nin menkıbelerini kitap haline getirmiştir. Turancılara göre Ömer Naci; “Adı darda olan Türklere ferahlık, düşmanlara korku salan,” bir büyük fedaidir.

        Hem “Troçkist” şair Roni Margulies hem de “Türkçülüğün Esaslar”nın yazarı sosyolog Ziya Gökalp, Ömer Naci’ye dair şiirler yazmışlar.

        Margulies’e göre o “hatib-i şehir”, Gökalp’e göre ise o “milletin şehlanmış imanı”ydı.

        Roni Margulies’in “Hatib-i Şehir’in Tifüsten Ölümü” şiiri şöyledir:

        Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci.

        Bab-ı âli baskınında fırlayıp askerlerin önüne,

        Açıp ağzını bar bar bir bağırması var ki,

        Ağzı açık bakakalmıştı Enver Paşa bile:

        “Vurun, karşınızdayım işte, öldürün beni.”

        Üstüne gider gibiydi ölümün hep böyle.

        Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci.

        Cemiyet Doğu'ya göndermişti onu bir keresinde.

        Bir an evvel o taraflarda örgütlenmek gerekliydi.

        Hastayken ve beş kuruş bile yokken cebinde,

        O koyu istidbat döneminde kalkıp gittiydi.

        Van civarında teşkilat kurulmuştu geri geldiğinde.

        Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci.

        Filozof Rıza Tevfik'le bir tartışması destandı dillere,

        Paris'teyken her fırsatta Jean Jaures'yi dinlerdi,

        Hem Merkez-i Umumi'nin değişmez üyesi, hem de

        “Hatib-i şehir, filozof, şair, mütefekkir” idi.

        Ancak, şüphesiz, eylem adamıydı her şeyden önce.

        Tek bir şey istemişti hayatı boyunca Ömer Naci:

        Ölmek -vatan için ve büyük kalabalıklar önünde.

        Kerkük'te bir hastanede oysa yapayalnız gitti.

        Duyar gibi oluyorum şimdi son sözlerini:

        “Demek böyle Allahın belâsı bir yerde,

        Ne yapalım, tifüsten ölmek varmış kaderde.”

        Ziya Gökalp’in “Ömer Naci” şiiri ise şöyledir:

        O bir kalbdi, şen bir fikirdi!

        Sevdiği vatandı, sevgisi birdi,

        Şairden ziyade o bir şiirdi,

        Yaşayan bir gaza destanıydı o!

        Sözleri Kuran’dı, gözleri miraç,

        Halk onun Tanrı’sı, o halka yalvaç,

        Doymadı ölmeğe, ah, gitti aç

        Aşkının bin kere kurbanıydı o!..

        O, yalnız bir hatib, bir merd değildi!

        O, yalnız milletle hem-derd değildi!

        Ferd olsa yanmazdım, bir ferd değildi,

        Milletin şahlanmış imanıydı o!

        *

        Samet Ağaoğlu’nun tespitine göre İttihatçılar, siyaset olsun, askerlik olsun, fikir olsun sanat olsun akla gelen her alanda bir adamı mutlaka ya “dahi” ya “azam” ya “kahraman" veya “milli” sıfatıyla süslerlerdi. Böylece “milletler, dinler, mezhepler yığını” Osmanlı’yı tamamen tasfiye edip, devletin “kurucu unsuru” Türkleri ötekilerden ayrıştırdıklarını sanıyorlardı.

        Şöyle bir hikaye anlatılır.

        İttihatçılar, henüz Selanik’ten İstanbul’a gelmeden önce inkılabın öncülerinden Enver’i Selanik’e davet ederler. Talat Bey, bir istasyon önce trene biner, “güzel yüzlü, ürkek ve mahcup nazarlı” Enver Bey’i şöyle tembihler:

        “Selanik’te muazzam bir kalabalık seni bekliyor. Her taraf bayraklarla donatılmış. Sen şu andan itibaren bir ‘milli kahraman’sın, ona göre hareket et. Buna ihtiyacımız var!”

        Talat Bey’in sıfatı zaten hazırdı; o “büyük siyasi”dir. Abdülhak Hamit “şairi azam”, Rıza Tevfik “milli filozof”, Mehmet Emin (Yurdakul) “milli şair”dir. Bütün bu “milliler”, “milli formayı” hep törenle giymişler. Bu gelenek Cumhuriyet sonrasında da devam etti. Muhsin Ertuğrul “milli aktör”, İsmet Paşa “milli şef” ilan edildikten sonra yavaş yavaş sönmeye yüz tuttu bu gelenek.

        Ömer Naci de aynı yoldan “milli hatip” oldu zaten.

        *

        Ömer Naci, Balkanlar’dan Bursa’ya yerleşmiş bir “muhacir çocuğudur. (Bakın muhacirden neler oluyor?) Yetim büyüdü. Bursa’da askeri lisede okurken, ondan iyi bir askerden çok iyi bir şair veya ateşli bir hatip çıkacağı konusunda herkes hemfikirdi. Namık Kemal ve Tevfik Fikret’in şiirlerini okuyarak herkesi coşturur, Jön Türklerin Attila İlhan’ın deyimiyle “hariçten celbettikleri evrak-ı muzırra”larını okurdu. 1905’te Jandarma teşkilatını düzenlemek üzere vazifelendirilen İtalyan Generali Georgi Paşa’nın yaveri ve tercümanı olarak Selanik’e tayin edildi.

        Bu şehirde Talat’ı ve Enver’i tanıdı, onlarla hemen dost oldu. Zaten Mustafa Kemal’le Manastır’da, mektep arkadaşıydı.

        Mustafa Kemal, yakın arkadaşıyla Selanik’te yaşadığı bir hatırayı her vesileyle anlatırmış.

        İkisi de kesik, meteliğe kurşun atıyorlar. Giriyorlar bir meyhaneye. Paraları sadece birer rakıya yeter. Mezeye para yok. Etraftaki masalarda herkes yiyip içiyor. Bu sırada meyhaneye bir kuru kestaneci giriyor. Mustafa Kemal arkadaşına, “Paran kaldıysa kestane alalım, meze yaparız,” diyor. Ömer Naci ceplerini yokluyor, on para buluyor. On paralık kestane alıyorlar, Mustafa Kemal birisini alıp ısırmak istiyor. Ama kuru kestane kabuğuyla ısırılacak bir şey değil, beceremiyor. Ömer Naci’ye dönüyor, “Hayat nedir?” diye soruyor. Ömer Naci yüzünde hazin bir tebessüm cevap veriyor:

        “Kemal, hayat şimdi kuru bir kestanedir.”

        Daha o günden hayatının “sert, kuru bir kestaneye” benzeyeceği belliymiş meğer.

        *

        Lord Kinross “Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu” adlı kitabında onunla ilgili şunları yazar:

        “Ömer Naci, yazdığı şiirleri yüksek sesle okumaktan hoşlanırdı. Mustafa Kemal bunları dinliyor ve kelimelerin ahengi, ona çocukluğunda öğrendiği Rumeli türküleri gibi zevk veriyordu. Ömer Naci ona, okumak için kitaplar vermiş, Mustafa Kemal de böylece, edebiyat diye bir şeyin varlığını öğrenmişti. Şiirle ilgilenmeye başladı. Hatta kendi de biraz yazmayı denedi ama, matematik öğretmeni onu bu hevesten vazgeçirdi.”

        Mustafa Kemal de hatıralarında sık sık Ömer Naci’den bahseder, Kinross’un anlattığı hadiseyi şöyle açıklar Atatürk:

        “O zamana kadar edebiyatla çok temasım olmamıştı. Merhum Ömer Naci, Bursa İdadi’sinden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim, hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitmişti. Şiir ve edebiyatla o zaman tanıştım. Çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat beni şiirle uğraşmaktan men etti. ‘Bu tarz uğraşlar seni askerlikten uzaklaştırır,’ dedi. Ne var ki, güzel yazmak hevesi bende hep baki kaldı...”

        Mustafa Kemal’i ikaz eden kitabet öğretmeni Mehmet Asım Efendi’dir.

        Aynı hadiseyi Mustafa Kemal, daha sonra arkadaşı Ali Fuat Cebesoy’ya şöyle anlatır:

        “Eğer kitabet öğretmenimiz imdadıma yetişmeseydi, ben de şair olup çıkacaktım. Çünkü hevesim vardı. Asım Efendi beni bir gün çağırdı ve bana; ‘Bak oğlum Mustafa’, dedi. ‘Şiiri falan bırak. Bu iş senin iyi bir asker olmana mani olur. Diğer hocalarınla da konuştum. Onlar da benim gibi düşünüyorlar. Sen Naci’ye bakma, o hayalperest bir çocuk. İleride belki iyi bir şair ve hatip olabilir, fakat askerlik mesleğinde katiyen yükselemez...’ Hocamın ne kadar haklı olduğunu hadiseler ispat etti. Çok arzu ettiği halde Naci, kurmay subay olamadı.”

        *

        Enver, yanına İttihatçı silahşörleri alarak gündüz gözüyle, beyaz bir atın sırtında aheste aheste Babıali’ye doğru darbe yapmaya giderken, darbe alayının en önünde Ömer Naci vardı. Onun görevi yüksek sesle ahaliye “ajitasyon” çekmek, onları “dolduruşa” getirmekti.

        Beygirin sırtında Enver ve şürekası Babıali’ye yaklaşırken, Ömer Naci Nafıa Nezareti basamaklarına çıkar ve o gür sesiyle haykırmaya başlar:

        Vatandaşlar! Hükümet Edirne’yi terk ediyor. Şu dakikada (Babıali’yi göstererek) burada notalar imzalanıyor. Türk milleti bunu asla kabul etmeyecektir. İttihat Terakki bunu asla kabul etmeyecektir. Yaşasın Millet, Yaşasın İttihat Terakki!”

        Sonra etrafında toplanan kalabalığa Enver’i göstererek devam eder konuşmasına:

        “İşte hürriyet mücahidi Enver Babıali’ye doğru yürüyor. İşte kapının önünde arkadaşlarımız, yüzlerce sivil ve subay, ordu millet el ele, bellerinde tabanca içeriye girmeye hazırlanıyor. Onlarla birlik olunuz. Bu acizler idaresine son veriniz.”

        Bu sırada Sadaret binasını korumakla görevli Uşak Taburu bahçede silah çatar. Ömer Naci onlara seslenir:

        “Evlatlar! Elinizdeki silahları millet size kullanmak için vermiştir. Düşman Çatalca’dadır. Mübarek vatanı çiğneye çiğneye oraya kadar gelmiştir. Biz milli şerefi, milli namusu korumak, mukaddes aile yurdumuzu kurtarmak istiyoruz. Siz başka türlü düşünüyorsanız işte sinem açıktır. Ateş ediniz.”

        Oysa muhafız bölüğünün subayları tembihlidir, Ömer Naci bir faciaya sebep vermesin diye hızlıca bir faytona bindirirler onu, faytonu İttihat Terakki Cemiyetine yönlendirirler. Fayton hareket ettiğinde Ömer Naci’nin gür sesi kesilmiş değildir hâlâ.

        Darbeciler, Ömer Naci’nin sesi eşliğinde Babıali bahçesine girerler.

        *

        Fethi Tevetoğlu’nun aktardığına göre Ömer Naci, önde gelen İttihatçıları şöyle tasnif eder:

        “İttihat ve Terakki kırk mecnundan (çılgın) mürekkep bir heyettir. Talat aklü’l mecanin (akıl), Hüseyin Cahit kalemü’l mecanin (retorik), Ziya Gökalp kitabü’l mecanin (fikir), Kara Kemal hesabü’l mecanin (muhasebe) , Enver seyfü’l mecanin (kılıç), ben lisanü’l mecanin (propaganda), Yakup Cemil de mecnunu’l mecanindir (deli).”

        Hem İttihat Terakki’nin hem de Teşkılat-ı Mahsusa’nın kurucularındandır Ömer Naci.Teşkilatın en gözü kara Çerkes fedaisidir. Bir sıfatı Babıali Baskınının “hatibi”, bir diğer sıfatı da teşkilatın “aşere-i mübeşşeresi’dir

        Bu sıfatı ona uygun gören Ali Fethi Okyar’dır. “Üç Devirde Bir Adam” adlı kitabında Okyar, Teşkilat-ı Mahsusa’nın çekirdek kadrosunu oluşturan fedai zabitleri, İslam dininin ilk ortaya çıkışındaki cenneti garantileyen “aşare-i mübeşşera”ya, yani kutsanmış on kişi olarak adlandırılan öncülere benzetir. Bu on zabit şunlardır:

        Ömer Naci, Mehmet Emin Yurdakul, Abdülkadir, Yakup Cemil, Sapancalı Hakkı, İzmitli Mümtaz, Yenibahçeli Şükrü, Erzurumlu Dadaş Salim, Kuşçubaşıoğlu Çerkez Eşref, Kuşçubaşıoğlu Hacı Sami…

        Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam” kitabında onun hakkında şunları yazar.

        “Ömer Naci, taşkın ve heyecanlı bir gençti. Genç Türklerin 1908 ihtilalinden sonra, ihtilalin hatibi olarak parladı. Askerlikten ayrıldı. Sakal bıraktı. Partinin ve rejiminin ateşli bir sözcüsü olarak mitinglerde, temsillerde nutuklar verdi. Malzemesi ancak Namık Kemal ve vatan edebiyatıydı."

        *

        “İslam ittihadı” fikrinin yerine “Turan-Kızılelma” alınca Ömer Naci, Turancılığın ateşli bir savunucusu olur çıkar. Her yerde, her nutkunda Ziya Gökalp’in, “Vatan ne Türkiyedir Türkler’e/Ne Türkistan/Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir/Turan” dizelerini tekrarlayıp durur.

        *

        “Meşrutiyet devrimini” komşu memleketlere götürme fikrine bu sırada kapılır. Cihan Harbi başladığında, birkaç fedai arkadaşı gibi teşkilatla ters düşer. Ancak sevilen bir adamdır. Bu yüzden ona fenalık yapmazlar. Kafasında başka ülkelere “meşrutiyet devrimini” götürme fikrini taşıdığını bildiklerinden, ona Irak üzerinden İran’a girerek oradaki Kürtleri, Azerbaycan Türklerini ayaklandırma görevini verirler. (Aslında bu ölüme göndermektir!) Teşkilatın amacı onu İstanbul’dan uzaklaştırmaktır. Giderken bir çeşit sürgüne gittiğini biliyordu. Ancak başka ülkede “devrim yapmak” da vazgeçilecek bir şey değildi. Yanına çok sayıda Kürt savaşçı alarak İran’a doğru yola çıkar. Birkaç sabotaj eyleminden sonra İran’da yakalanır. Korkutmak, suçunu itiraf ettirmek, konuşturmak için onu bir topun ağzına bağlarlar. Ondan önce birkaç arkadaşını topun ağzına bağlayıp topu ateşlemişler zaten, sıra şimdi ondadır. Ancak konuşmaz. Hapishaneye atarlar. Sorgucular konuşmaya zorlar, konuşturamazlar. Adını dahi olsun söylemez. Şiilerin “Ömer” adından hazmetmediklerini biliyor, her sorduklarında “Adım Ali Naci’dir” der, o kadar.

        *

        Ömer Naci, Samet Ağaoğlu’nun babası Ahmet Ağaoğlu’nun yakın arkadaşıdır. Akıbetiyle ilgili Samet Ağaoğlu, “Babamın Arkadaşları” kitabında şunları yazar:

        “Bir gün Ömer Naci’nin ailesi ve bizimkiler çoluk çocuk hep birlikte Büyükada’ya Ziya Gökalp’in evine misafirliğe gittik. Gece orada kalacaktık. Akşam ben ve ağabeyim, babamla Ziya Bey’i İskele’de karşıladık. İkisi de düşünceli ve meyustular. Bir aralık babam sordu: ‘Nasıl haber vereceğiz?’ Ziya Bey: ‘Herhalde gizlemek güç olacak,’ diye cevap verdi. O gün Milli Hatib’in Musul ve Kerkük’te tifüsten ölmüş olduğu bildirilmişti. Haberi Ziya Bey hanımına, babam da anneme söylediler. Haberin ağırlığıyla eve çökmüş sessizlik Hatib’in karısını düşündürdü. Durmadan ‘içim sıkılıyor’ diyordu. Bir aralık kocasının ismini söyleyerek ‘sabahtan beri kafamın içinde, sesini işitir gibi oluyorum, ne var ya rabbi?’ diye ağlamaya başladı. Babamın, annemin, Ziya Bey ve hanımının tesellileri, sözleri tesirsiz kalıyor, ‘çocuklar bir an önce eve gitmeliyim, ondan muhakkak haber var’ diyordu.”

        Ertesi sabah ilk vapurla İstanbul’a, kendilerini bekleyen “Milli Hatibin Tifüsten Ölümü” haberini öğrenmeye indiler.

        Diğer Yazılar