Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Yeni yılda, İsmet Berkan’ın KARAR Gazetesi’nde çıkan “Dünya dönüyor sen ne dersen de…” başlıklı yazısını okuyarak başladım güne.

        İrkildim, ürktüm, nutkum tutuldu.

        Fizikten, matematikten anlamam. Ama basitleştirilmiş fizik ve matematik de pek eğlencelidir, bunu bilirim. Binlerce sayfanın anlattığı şeyi birkaç sayı hap yapıp yutturur sana.

        *

        Kainat denilen büyülü boşlukta muazzam bir yolun yolcuları olduğumuz malum... “Büyük yolculukta”, bize “dur yolcu, nereye?” diye sual eden erenlerin sualine verdiğimiz tek bir cevap yoktur. Her inancın, her felsefi akımın farklı bir cevabı var buna dair ve bu arayış hâlâ sürüyor. Düşünen, fikri olan her insan bu “büyük yolculuğa” kendince bir mana bulmaya çalışıyor.

        Berkan’ın yazısından öğrendiğime göre meğer bu “büyük yolculukta”, bizi içine almış olan dünya denilen “uzay aracının” pek acelesi var. Saatte 107 bin kilometre hızla -ki insan henüz bu hıza ulaşmış bir araç keşfetmiş değil-güneşin etrafında dönüyor. Ve bu hızla bir yılda tam tamına 940 milyon kilometre yol kat ediyor dünyamız. Dünyamıza hayat veren, ona ışık ve ısı saçan güneş de sabit değil, onun da acelesi var. Güneş de Samanyolu galaksisinin etrafında dönüyor. Hem de saatte 792 bin kilometre hızla. Bu samanyolu galaksisinin büyüklüğü dehşet verici… Öyle büyük ki bu galaksi, güneş bizim de içinde bulunduğumuz bu galaksinin etrafında bir turunu ancak 250 milyon dünya yılında tamamlıyor

        Berkan şunları yazıyor:

        Yani dünya yılımız bizim 365 gün ama güneşimizin bir yılı 250 milyon yıl. Bir hesaba göre, güneşimiz galaksinin etrafındaki 19. turunda şu an. Benzetmeye devam edecek olursak, güneşimizin takviminde henüz 19 yıldayız.” (Vah biz zavallı insanlar, bula bula tarihimizi Girê Miraza (Göbekli Tepe)’de bulunan taşların tarihine kadar uzatabiliyoruz.)

        Bitmedi. Bizim de mini minnacık bir zerre kadar içinde yer aldığımız Samanyolu galaksisi saatte 2 milyon 268 bin kilometre hızla ilerliyor. Galaksimiz, bir dünya yılında yaklaşık 20 milyar kilometre yol kat ediyor. Peki nereye gidiyor galaksimiz? Andromeda galaksisine doğru tabi… Andromeda galaksisi de boş durmuyor, o da (kendisine doğru gelmekte olan “yabancı bir cismi” karşılamak için mi bilinmez) bize doğru benzer bir hızla geliyor. Bir hesaba göre milyarlarca yıl sonra iki galaksi kafa kafaya girecek, tek bir galaksiye dönüşecek.

        O sırada ne mi olacak?

        Ne bileyim ben, ne bilsin İsmet?

        “Haza yewmil qiyamet.”

        İsmet Berkan başka dehşetengiz şeyler de anlatıyor, en iyisi yazıyı bulun, okuyun…

        *

        İsmet’in yazısını bitirdim; bu çorak iklimde bir avuç kalmış sahici ve hakiki entelektüellerden birisi olan Süleyman Seyfi Öğün’ün, Yeni Şafak’ta çıkmış “2022’ye girerken” başlıklı yazısını okudum aynı gün.

        Yeni yılda her şeyin sıfırlanacağı, tekmil dertlerimizin biteceğine dair “modern saflığımızdan” kaynaklanan beklentilerimizden bahsediyor Hoca yazısında, her yılbaşında o çocuksu geriye saymalardan falan…

        Oysa, “tarih denilen tamahkar tüccarın” kafası böyle çalışmıyor ona göre ve Marks’ın “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar; lâkin devraldıkları şartlarda… Geçmiş tekmil ağırlığıyla zihinlere çöker” sözünü yardımına çağırıyor.

        Hocaya göre tarihi eski ve yeni diye ayırmak doğru değil. Zira zaman boyutunda ne kadar geriye giderseniz gidin hep eski biçimlerden değişmiş yeni biçimlerle karşılaşırsınız. Mühim olan birikimdir.

        Yarın kimsenin değildir ve hiçbir zaman hiçbir şey "çok daha güzel" olmayacaktır. Yani Kılıçdaroğlu’nun deyimiyle gelmiyor "gelmekte olan”. (Hoca'nın kelimeleri değil bunlar, ben anladığımı söylüyorum.)

        Karamsarlık aşılamıyor tabi ki Hoca ama “heyecana da gerek yok” diyor.

        *

        Süleyman Seyfi Hoca böyle diyor da Hürriyet Gazetesi’nin pandemiden sonra “ser muharrirlik” unvanını verdiği “fit” yazarı Osman Müftüoğlu ne diyor peki? Ne diyecek, Hürriyet Gazetesinin yeni yılın ilk gününde manşetine yerleştirdiği coşku dolu, ardı ardına sıraladığı yirmi tavsiyesini harfiyen yerine getirdiğimiz taktirde “harika bir yıl geçireceğimiz” garantisini veriyordu bize. Birbirinden kıymetli tavsiyeleri içinde en dikkatimi çeken, yeni yılda “Suyu lıkır lıkır değil, yudum yudum için,” tavsiyesi oldu.

        *

        Nedense su bahsi açılınca Enis Batur’un vaktiyle yazdığı “Sezai Karakoç Çeşmesi” başlıklı yazısı geldi aklıma. Belki de bu aralar Sezai Bey’i sık sık hatırlamam, geçen Pazar günü yayınlanan yazımda, Mithat Cemal Kuntay’ın Akif için söylediği “Yalan söylemeden hayatını baştan başa anlatabilir” sözüne atıf yaptıktan sonra “Var mı bu memlekette böyle insanlar?” sorusunu sorarken cümlenin başına “Sezai Karakoç da vefat ettiğine göre” kaydını düşmemiş olmamadan dolayı hissettiğim pişmanlıktandır. Yazı yayınlandıktan sonra, bu kaydı düşmediğim için sanki Sezai Bey’e haksızlık etmişim gibi geldi bana, şimdi düzeltiyorum.

        *

        Yeni yılda; Enis Batur’un önerisinden yola çıkarak, büyük şairin hayatının önemli bir bölümünü geçirip son nefesini verdiği İstanbul’un Fatih semtinde bir “Sezai Karakoç Çeşmesi” yapılsa ne iyi olur. Böyle bir çeşme olsa da başında dursak, artık lıkır lıkır mı, yudum yudum mu suyundan içmek bize kalsa, bunu Osman Müftüoğlu bize söylemese ne güzel olur.

        *

        Şimdi gelelim Enis Batur’un yazsına. Enis Batur; Sel Yayıncılık’tan çıkan “Yazının Sınır Boyuna Yolculuklar - Edebiyat Üzerine Denemeler II” kitabında da yer alan yazısına Katip Çelebi’nin aktardığı “Sinnimar Cezacı” hikayesini anlatmaya başlayarak giriyor.

        Hikaye şöyle:

        Kadim çağ imparatorlarından biri, dönemin ünlü mimarı Sinnimar'a, Fırat kıyısında eşi benzeri olmayan bir saray yaptırtır; yapının inşası tamamlandığında, en üstteki taraçaya çıkan impara­torun yanına yaklaşır Sinnimar ve ona sarayın bir noktasındaki bir taşın yerinden çekilmesi durumunda bütün her şeyin o anda çökece­ğini söyledikten sonra ekler: “Ama merak etmeyin haşmetlim, söz ­konusu taşın hangisi olduğunu benden başka bilen yoktur”. İmpara­tor, bunun üzerine, hemen kellesini uçurtur mimarın.

        Bu hikayeyi anlattıktan sonra Batur yazısında büyük şairlerin “yapı taşı”, yani onu çıkardığınızda bütün sanatını çökertecek olan tek bir şiirlerinin olmadığını söyleyerek anlatmaya çalışır meramını. Her şiir başlı başına birer yapı taşıdır şairin sanatının içinde. Ama bazı şiirler, mesela Sezai Bey’in “Çeşmeler” şiiri gibi olanlar, “hem odaklandığı konu hem de şairin şiir sanatı anlayışını kuşatması nedeniyle zengin yorum imkanı” sunarlar bize.

        *

        İnsanoğlunun macerası bir suyu arama macerasıdır. Uygarlıkların temelinde de “su yatar” diyor Enis Batur ve şöyle devam ediyor:

        “Hind uygarlığının Ganj nehrine, kadim Mısır'ın Nil'e, kadim Yunan'ın Ege'ye, Roma'nın Akdeniz'e neler borçlu olduğunu anlatmak bile fazla. İslâm medeniyetinin son önemli atılımı Osmanlı İmparator­luğunun tarihine ve kültürel serüvenine eğildiğimizde de farklı bir görünüm çıkmaz ortaya:

        Küçük Osmanoğulları beyliği karadan denize, denizlere yürü­müş; günü geldiğinde İstanbul'u denizden kuşatıp almış; ulaştığı her denizin egemen gücü olmakta gecikmemişti. Bir başka boyutta, Dicle'den Fırat'tan Tuna'ya ve ötesine, büyük nehirlere komşu çı­kılmıştı. Gölleri hiç saymıyorum. Bütün bu karşılaşmalardan günü­müze izleri ya da anıları artan sayısız köprü, su kemeri, bent ya da su terazisi yalnızca mimarî anıt değerleriyle değil, toplumsal yaşa­mın ana eksenlerinden birini yaratan işlevsellikleriyle de önemliydi. Bugün bile, İstanbul gibi bir şahşehrin su gereksinmesinin yabana atılamayacak bir bölümü, 1731'de inşa edilen Taksim maksemi sa­yesinde sağlanmaktadır.”

        Mütefekkir şair Enis Batur’a göre İstanbul imparatorluğun merkezi değil, İslamiyet’in de “odak merkezi” bir şehir olageldi fetihten beri. İslam’da suyun neye tekabül ettiğini herkes bilir. Bu yüzden çeşmeleri “hem maddi hem de manevi” ihtiyaçları karşılayan yapılar olarak görmeli. Sinan gibi büyük mimarlar bu yapılara “göz nurunu” akıttılar. Ama ne yazık ki bu çeşmelere sahip çıkılmadı, önemli bir kısmını belediyeler yol, bulvar açacağım derken yıktı, çoğu bakımsızlıktan harap oldu.

        O çeşmeler ki Divan edebiyatında çok yer işgal eder. Mesela Nedim Divanı’ndan çeşme şiirleri bir haylidir. Hepsi su kültürüne olan hürmetten...

        Sezai Karakoç “Çeşmeler” şiirinde, “mayasını oluşturduğuna inandığı şehrin çeşmeleri arasında dolaşır, hasret, düş kırıklığı, bir o kadar da umut içinde, bir duygusal durumdan ötekine doğru” salınır durur.

        Evlere muslukların girdiği “yeni modern hayatta” çeşmeler gözden düşmüştür artık. Oysa yeni bir gözle bakılırsa onlara, hepsinin göz kamaştırıcı oldukları hemen göze çarpacaktır.

        Biz onları nasıl da kurutmuşuz, nasıl unutmuşuz, nasıl terk etmişiz onları!

        Şiirde suyun sesiyle şairin sesi çakışır Enis Batur’a göre ve şöyle bitirir yazısını:

        “’Çeşmeler’, bana öyle geliyor ki, Sezai Karakoç'un baştan uca yenilgiye teslim olmayan şiirinin bu özelli­ğini son iki dizesiyle tekrarlıyor:

        ‘Seni anmak her günkü gök armağanımdır benim

        Ebedî şadırvansın gün içinde kalbimden’

        İstanbul'a bir Sezai Karakoç çeşmesi dikmeli”.

        *

        Yeni yılda herkes herkese dileğini sordu ya, bana sorsalardı; Enis Batur'un yıllar önce dikilmesini önerdiği, şimdi de vefatı üzerine elzem hale gelen “Sezai Karakoç Çeşmesi”nde bir tas su içmeyi dilerim” derdim ben de. Artık lıkır lıkır mı, yudum yudum mu içerdim, Osman Müftüoğlu’na sormazdım bile.

        Diğer Yazılar