Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Birisi size “benim hayatım roman” derse inanmayın. Ne kadar çileli ne kadar alengirli ne kadar karmaşık olursa olsun bir hayattan bir roman olmaz. Roman uzun veya kısa, bir hayatın içinden olsa olsa seçilen bir veya birkaç andır.

        Yaşayan veya yaşamış bir insanın hayatını romanlaştırmaya kalkışmak; yazar ne kadar büyük bir yazar olursa olsun, kelimelere dans ettirip kahramanının ruhuna ne kadar büyük bir ustalıkla nüfuz edip onu delik deşik ederse etsin, oraya çıkan ürün belki romana yaklaşabilir ama iyi bir roman olur mu, işte orası tartışmalı… (Bu alanda en başarılı örnek olarak kabul edilen Oğuz Atay’ın “Bir Bilim Adamının Romanı” külliyatı içinde en zayıf halka olarak telakki edilir.)

        Çünkü hayatın gerçeği farklı, sanatın gerçeği farklıdır.

        Sanatın gerçeği hayatın gerçeğine yaklaştıkça sahici bir hal alır. Hayatın gerçeği sanatın gerçeğine yaklaştıkça inandırıcılığını yitirir; sanatın gerçeği içinde yazarın uydurduğu yalanlara inanan okuru, yazarın yalan söylediği kanaatine vardırarak okurla metin arasında soğuk bir mesafeye yol açar. Hayatın gerçeği bilinçli okura yutturulamaz. Bilinçli okur ancak sanatın gerçeğine kendini kaptırarak yazarla samimi bir ilişki kurabilir. Hayatı roman konusu olan şahsiyetle ilişkili şöyle veya böyle az veya çok malumat sahibidir bilinçli okur. O malumatın üstüne karşılaştığı her fazladan şey -eğer çok saklı, ortaya çıkmamış bir bilgi değilse- yazarı “malumatfuruş” yapar ki bu da bir yazar için çok fena bir durumdur.

        *

        Zülfü Livaneli’nin “Kaplanın Sırtında” kitabını okurken aklımdan hep bu düşünceler geldi geçti. Geçen sene çıkacaktı kitap, araya başka bir “insört attırdı” yazar, hangi nedenledir bilmem okurla buluşması bu yaz başına bırakıldı. Plajlara dağılacağız, yazın rehavetine kapılacağız, serin bir gölgelik bulacağız, elimize “Kaplanın Sırtında”yı alıp zaten münzevi bir hayat yaşamış olan Sultan Abdülhamit’in; onu bir darbeyle deviren İttihatçıların ilk defa kanlarının bitlendiği Selanik’e gönderip kapattıkları Alatini Köşkündeki “münzevi” günlerinde yaşadıklarını okuyup tarihimizin bilinmedik yeni sayfaları arasında sörf yapıp duracağız. Bu arada da Zülfü Livaneli’nin tam beş yıl çalışarak, okuyup araştırarak, yakın tarihimizi didik didik ederek vücuda getirdiği eserinde bize iletmek istediği “entelektüel mesajı” alarak rahatlayacak, yazarın Osmanlı ve yakın tarih hakkındaki derin bilgisine hayran kalıp bir an önce bizim için yeni bir roman yazmasını bekleyeceğiz.

        *

        Ama benim için böyle olmadı ne yazık ki. Büyük bir merakla bekliyordum kitabı, galiba ilk alanlardan birisiyim ama yine galiba en son okuyup bitirenlerdenim. Zira kitap elime yapıştı. Nereye gittiysem gezdirdim yanımda, bir türlü bitmedi. Yazarın üslubundan değil, zira yazar çok basit, yalın bir dille yazıyor, çevirmenlerini hiç yormak istemediği belli, “iyi edebiyat sıkıntı verir” cümlesine de inanmıyor, çevirmenlerini yormak istemediği gibi okurlarına da üzülüyor, onları da gözetiyor, onlara onların bilmediği o kadar çok “genel kültür bilgisi” veriyor ki hayranlarının sayısı her romanla birlikte biraz daha çoğalıyor. Romanın elime yapışmasının sebebi bunlar da değil, ben de hızlı okuyan birisiyim, hele sevdiğim bir kitapsa hakkından çabuk geliyorum ama bu kitabın bu kadar “sürüncemede kalması” sanırım içeriğindeki bilgilere biraz fazlasıyla vakıf olmam, ikincisi ve en önemlisi romanın kör gözüme parmağım diyen temel mesajıdır. Zaten yazar romanı okuyacak okuruna biraz da “saygısızlık” yaparak, bu kitabı yazmaktaki amacını birkaç mülakatta önceden faş etti. Olur da aptal okur, zeki yazarın neden böyle bir kitap yazdığını anlamaz da yazarın temel derdi berhava olur diye daha önce verdiği birkaç röportajda bu kitabı yazmaktaki amacını şöyle izah etti:

        “20 yıllık iktidar diyor ki ‘Biz padişahlarımızın ve Abdülhamit’in devamıyız, sizse İttihatçılarsınız’. Ben de diyorum ki Osmanlı padişahları doğuya gitmeye çalışmıyordu. Aile olarak da hepsi Avrupalılaşmış. Piyano çalıyorlar. İçki içiyorlar. Paris’ten giyiniyorlar. Yani Türkiye’yle pek bir alakaları yok. Şu andaki AKP iktidarıyla onların yaşam tarzı birbirine taban tabana zıt. Daha da önemlisi amaç olarak ülkeyi batıya götürmek istiyorlar. Şu andaki hükümetse doğuya götürmek istiyor. Esas olarak böyle bir fark var. Böyle bir kozu ilericiler, laikler olarak niçin onların ellerine veriyoruz?”

        Rahmetli Süleyman Demirel'in vaktiyle "GAP'ı gaptırmam" demesi gibi Livaneli de "Abdülhamit'i kaptırmam" diyor.

        Karşılaştırmak gibi olmasın ama benzer tarihi temalar konusunda kalem oynatmış, mesela “Savaş ve Barış”ı yazmış olan Tolstoy, “Parma Manastırı”nı yazmış olan Stendhal (diğerlerini saymıyorum bile) kabirlerinden doğrulsalar, tarihi roman yazma iddiasında olan çok satan yazarımızın romanının izahını yapmak için sarfettiği yukarıdaki satırları okusalar, “vay kül başımıza, bıraktığımız mirası devralmış olanlar ne içip bu kafaya geldiler, tez üzerimizdeki toprağa toprak katın, vay 21. yüzyılda edebiyatın haline” deyip dirildiklerine pişman olmazlar mıydı?

        Meğer Zülfü Livaneli, sıkıntılarını, yaratma sancılarını dindirmek için değil “AKP’ye dersini vermek, Sultan Abdülhamit’i onlardan almak” diye formüle edebileceğimiz “entelektüel bir tez ortaya koymak için” yazmış bu romanı. Başka bir internet sitesine verdiği başka bir mülakatında da bu “entelektüel tezini” şöyle açıklıyor:

        “Osmanlı ailesi Avrupalı bir aile. Çünkü aile Avrupa kültürüne daha yakın. Osmanlıyı yanlış anlatıyorlar. Osmanlı aileleri aslında zaten Batılı, Batı kültürüyle yetişmiş insanlar. Paris modası izleniyor, oradaki modaevlerinden giyiniliyor, piyano bilmeyen yok nerdeyse. Son Osmanlı padişahlarına bakın, vals bestelemişlerdir.”

        Yazarımız istiyor ki, “…bu kitabı okuyan insanlar AKP’nin anlattığı gibi bir Osmanlı’nın olmadığını görsün.”

        Acaba kitabın elime yapışmış olmasının asıl sebebi bu mu? Ben aptalım, geri zekalıyım, birkaç damacana dolusu mürekkep yalamamışım, Osmanlının nasıl bir imparatorluk olduğunu bilmiyorum, Zülfü Livaneli’nin o muhteşem eserini okuyup bitirdikten sonra kepimi önüme alacağım, derin derin düşüneceğim ve vay eşek kafam, şu ana kadar ben Hanedan’nın son 150 yılda Batılılaştığını, içki içtiğini, piyano çaldığını, hanedana mensup kişilerin dolayısıyla padişahların Batıyı çok sevdiklerini, Batı eserlerin bestelediklerini, Fransızca konuştuklarını, Paris modası izlediklerini, vals bestelediklerini, oranın modaevlerinden giyindiklerini bilmiyordum, aha bu gerici AKP sayesinde o Hanedan mensuplarının hep Arapça konuştuklarını, Araplar gibi yemeği elle yediklerini, hep doğuya gittiklerini, oysa doğuda bir mok olmadığını, sofraya beslemeyle oturduklarını, ölülerine cenaze namazı kıldırdıklarını, durmadan cami inşa ettiklerini, hiç okul açmadıklarını, Kürtlerin dillerini yasakladıklarını, Ermenilere, Yahudilere, Rumlara ve diğer milletlere kan kusturdukların sanıyordum; Allah senden razı olsun ey yüce yazar, senin kaplanın sırtına bindirdiğin Kızıl Sultan’ın ve ondan önceki bazı sultanların senin anlattığın gibi içki içtiğini, Paris modası takip ettiğini öğrendim de, AKP’nin kurduğu tuzağa düşmekten kurtardın beni, var ol çok yaşa diyeceğim!

        Böyle düşünmek okurun zekasıyla alay etmek değil mi?

        Evet bu düpedüz okuru aptal yerine koymaktır. Şu cümleyi tekrar okur musunuz?

        “Ben de diyorum ki Osmanlı padişahları doğuya gitmeye çalışmıyordu. Aile olarak da hepsi Avrupalılaşmış. Piyano çalıyorlar. İçki içiyorlar. Paris’ten giyiniyorlar. Yani Türkiye’yle pek bir alakaları yok.”

        Yazarımız Zülfü Livaneli de “Avrupalılaşmış, piyano çalıyor, içki içiyor, muhtemelen de Paris’ten aldığı esvapları vardır” bu durumda kendisinin de Türkiye’yle pek bir alakası olmaması lazım. 12 Eylül günlerinde itibaren uzun yıllar Avrupa’da kalan Zülfü Livaneli, içki içilen, piyano çalınan, Paris modası takip edilen Avrupa’yı ilk fırsatta terk edip, “meydanlarında içki içilmeyen, harabelerinde piyano sesleri duyulmayan, Paris modasının dibine kibrit suyunun döküldüğü Türkiye’ye” geldi ve bir hayli rahat bir hayat yaşamaya başladı.

        Ah Batı sen nelere kadirsin?

        Biz sana ne kadar öykünürsek, seni ne kadar taklit edersek, değerlerimizi ne kadar aşağılarsak, kendimizi ne kadar küçük, hakir görürsek, seni ne kadar yüce bir yer sanırsak o derece yakınlaşacağız sana.

        Meğer Sultan Abdülhamit bütün bunları yapıyormuş. Ayranı bırakmış kendini alkole vermiş, şalvarı atmış poturu giymiş, sarığı atmış fesi kafasına geçirmiş, hadisi, menkıbeyi bırakmış polisiye romanlara sarılmış, zurnayı bir kenara atmış o narin parmaklarını piyano üzerinde gezdirmiş ama biz kadrini kıymetini bilmemişiz. Abdülhamit doğru yolu bulmuştu da, ondan tam doksan dört sene sonra iktidara gelen AKP bir çuval inciri berbat etti. Ne piyano kaldı ne içki ne Paris modası kaldı ne canım vals…

        Kemalistler narına yansın! AKP’nin yanında yer alacağıma Sultan Abdülhamit’in yanında yer alırım ben de laik, ilerici bir sosyalist olarak!

        *

        İyi güzel de yukarıdaki cümleleri sarfetmek için beş yıl süren bir araştırma inceleme ve yazma serüvenine gerek var mı? Bu cümleler için bize üç yüz küsur sayfalık bir kitabı okutmaya ne hakkın var ey muharrir! Söylersin o cümleleri sadece cemaatleri tarafından okunan bir iki solcu gazete ve internet sitesine, bizi de kendini bu zahmetten kurtarırsın!

        Romanı, edebiyatı bu işin aracı haline getirmek, romana edebiyata zulüm değil mi?

        *

        Demek ki değilmiş ki tam beş yıllık bir çileyi göze aldı Zülfü Livaneli. Tam beş sene arşivlerden çıkmadı. O süre zarfında okuduğu kaynakları kitabın sonunda da eklemiş zaten. Bir akademik tez mi bir roman mı belli olmayan “zavallı Kaplanın Sırtında”yı “cahilce” nitelendirmesin diye de önce İlber Ortaylı’ya, sonra da Taner Timur ve Ali Yaycıoğlu gibi işin ehli tarihçilere okutmuş, onların olurunu almış, kitabın bir yerine de Sırrı Süreyya Önder’e kendisiyle yaptırdığı bir “ağabey-kardeş” röportajının karekotlu şeyini koymuş.

        Yani anlayacağınız her yerden “gardını” almış; almış da kitap iyi bir roman olmuş mu, işte orası şüpheli…

        Böyle bir kitap için beş yıl harcamaya ne gerek var? Yaralandığı kaynakların arasında gösterdiği François Georgeon’un “Sultan Abdülhamit” ile Orhan Koloğlu’nun “Abdülhamit Gerçeği” kitaplarını okusaydı bu romanı rahatlıkla birkaç ayda yazabilirdi.

        Zira beni romanı kısa sürede okuyup bitirmemden alıkoyan Abdülhamit hakkında bildiğim bütün şeyleri ben bu iki kitaptan öğrendim. Muhtemelen Zülfü Bey de öyle… Hatta öğrendiklerini bir hayli eksik geçirmiş kitabına…

        *

        Kimsenin hayatı roman değildir. Abdülhamit’in de… Abdülhamit’in hayatından roman yapmak için Zülfü Livaneli onun sürgünden sonra kapatıldığı Selanik’teki köşk günlerinden yararlanmış. Roman için bu iyi bir fikir olabilirdi ama bir şartla. Abdülhamit misal Sultan Süleyman gibi at sırtından inmemiş bir padişah olsaydı, hayatı kalabalıklar içinde, dağda bayırda, seferde seyranda geçseydi, daha sonra da hayatının son yıllarında klostrofobik bir mekana kapatılış olsaydı, bu durum roman için ilginç bir mekan olabilirdi ama öyle değil; zaten münzevi, neredeyse Cuma selamlığı ve yılda bir sefer kutsal emanet ziyaretleri dışından otuz küsur yıl Yıldız’ın dışına çıkmamış bir münzevinin hayatından kapalı bir mekan yaratıp oradan roman devşirmeya kalkışmak derdine derman olmuyor ne yazık ki.

        Zira roman çatışmadır. Zülfü Livaneli Abdülhamit karakterini İttihatçı doktoruyla çatışmaya sokuyor ki, Abdülhamit’in ağzından çıkan fikirler Sultan Abdülhamit’in mi, yoksa “ilerici laik” insan Zülfü Livaneli’nin mi valla ben karıştırdım.

        Arada bir “doktor bey evladım” demese, konser öncesinde dinleyicilerine konuşan Zülfü Livaneli sanacağım konuşan Abdülhamit’i…

        E, biz aptal okurlara “entelektüel mesaj” iletecek ya!

        Diğer Yazılar