Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        17 Ocak 1937 Pazar gecesi Nazım Hikmet halasının oğlu Celalettin Ezine’nin evinde misafirdi. Akşam yemeği yenmiş, koyu bir sohbete dalmışlardı. Gitmeye yakın bir zamanda kapının zili çaldı. Kapıyı evin hanımı açtı, eşikte birkaç sivil polis vardı; Nazım Hikmet buradaymış, aranıyormuş, emir gereği onu alıp götüreceklerdi. Şair konuşmaları duydu, kendinden gayet emin ayakkabılarını giydi, paltosunu sırtına geçirdi, evdekilerle vedalaşarak polislerle beraber gitti.

        O geceyi emniyet nezarethanesinde geçirdi. Ertesi gün Ankara’ya götürülmek üzere mevcutlu yola çıkartıldı.

        Yol boyunca birkaç ay önceki Ankara ziyaretini düşündü. Bir sene içinde hayatı hepten değişmişti. Tam bir yıl önce 30 Aralık 1936 günü Taksim’de birkaç arkadaşıyla buluşacaktı. Randevu yerine arkadaşları gelmeyince bir süre beklemiş, sonra da oradan ayrılmıştı. Bir kahvehanenin önünden geçerken iki kişi yavaşça koluna girmiş, kulağına “biz 1. Şubedeniz” diye fısıldamışlardı. Doğru Sansaryan Han’a… Sansaryan Han’a, başkalarıyla birlikte Hikmet Kıvılcımlı ile Tornacı Emin Sekün’ü de getirmişlerdi. Suçları aynıydı, “gizli komünist teşekkül” oluşturmak... Oysa o, TKP’li eski yoldaşlarıyla çoktan yollarını ayırmıştı. Daha doğrusu partisi TKP daha Sovyetler Birliği’ndeyken 1929 yılında “hain” diye onu ihraç etmişti. İhraç edilmekle kalmamış “Orak Çekiç” dergisinin “kara listesine” de girmişti. Suçu büyüktü:

        “Troçkist ve Mustafa Kemal ajanı” olmak!

        Mahkemeye çıkmaları altı ay sürmüştü. Mahkeme 21 Haziran 1937’de hepsini beraat ettirmiş,Nazım Hikmet birkaç ay hapis yattıktan sonra dışarı çıkmıştı.

        Dışarısı çok fenaydı. Cüzamlıydı. Çaldığı her kapı duvardı. Kimse ne ona ne de müstear adı Orhan Selim’e iş veriyordu. Bulduğu işi de kısa sürüyor, bir yerlerden emir almışlar gibi onu hemen kapının önüne koyuyorlardı. Belli ki tıpkı “komünist yoldaşları” gibi başkaları da onu “kara listeye” almıştı. Onların gölgesi İstanbul’un her sokağında peşindeydi. Bunalmıştı. En iyisi bu şehirden kaçmaktı.

        Kız kardeşi Samiye Hanım Ankara’da oturuyordu. Bir süreliğine onun yanına gitse, Ankara’da gezse tozsa; hem tebdili mekanda ferahlık vardı, hem de olur da bürokraside önemli mevkilerde bulunan eski arkadaşlarını görür de bu cüzamlı haline bir çare bulabilirlerdi… Eski arkadaşlarına derdini anlatacak, “kanun dışı teşkilatlarla ilişkim kalmadı, Piraye’yle mesut bir hayat yaşamak istiyorum, artık yakamı bırakın”diye rica edecek, onlar da kesin ona inanacaklardı.

        Mühim mevkilerden birinde eski yoldaşı Şevket Süreyya Aydemir oturuyordu. İktisat Müdürüydü. Eli kolu uzundu. İtibarı yüksekti. Sözü geçiyordu. Onunla 1920’li yılların başında Batum’da tanışmış, birlikte Moskova’da komünist tedrisattan geçmişlerdi. Aydemir, Türkiye’ye döndükten sonra Atatürk’ün teşvikiyle Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mehmet Şevki Yazman, Vedat Nedim Tör, Burhan Belge ve İsmail Hüsrev Tökin’le “Kadro” dergisini çıkarmış, harıl harıl Atatürk Devrimine bir “Kemalist ideoloji” esvabı giydirmeye çalışıyordu. O da eski yoldaşının bu “dönekliğine” çok üzülmüş, oturmuş ona dair “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?”yü yazmıştı. Şimdi ise “Benerci”den medet ummaya gidiyordu. Aklına bu hadise gelince gülümsedi. Eski yoldaşının hoşgörüsünden emin olduğu için rahatlıkla kapısını çalabilirdi.

        Ankara’ya gider gitmez Şevket Süreyya’ya telefon etmiş, o da çok sevinmiş, onu hemen bürosuna davet etmiş, aceleyle oraya gitmişti.

        *

        Nazım Hikmet’i sebepsiz yere tutuklatan, hapishaneden çıktıktan sonra peşini bırakmayan, işsiz bırakan, umudunu elinden alan, genç yaşta hayatını karartmaya ahdetmiş, bu yüzden ona hayatı zindan eden “kara gölge” kim veya kimlerdi, o “lanet” neden peşini bırakmıyordu?

        Bu sorunun cevabı için, şimdilik dönemin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ile Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’a bir mim koyalım, yazının ilerleyen safhasında bu meseleye dönmek üzere kaldığımız yerden devam edelim.

        Şevket Süreyya Aydemir, anlattığına göre, hiç beklemediği bir anda eski yoldaşı Nazım Hikmet’ten bu telefonu alınca anında birtakım temaslara başlamıştı. Cesaretli bir girişimdi onunki. İki taraftan cesaret isteyen bir iş. Hem Nazım Hikmet’i tanıştıracağı kişiler, hem de şairin göstereceği tepki açısından cüretli… Onu Ankara’da en korktuklarıyla tanıştıracaktı. En ürkütücü makamlara, en ürkeceği makam sahiplerine götürecekti. Amacı onu Ankara’ya “ısındırmak”tı. Hem de ondan hiç fedakarlık beklemeden... Belki bu vesileyle, onun yeni rejim için büyük bir tehlike teşkil ettiğine inanmış olan muktedirler, onun şair yüreğini görecek, peşini bırakacaklardı. Belki de bütün mesele birbirlerini tanımıyor olmalarından kaynaklanıyordu, kim bilir… Hele bir tanışsınlar… Şevket Süreyya Bey’in yüreği hâlâ şairden yana atıyordu. Önce Matbuat Müdürlüğü’nde Sadri Ertem’e telefon etti. Sadri Bey tanınmış solcu bir yazardı. Ondan bizzat Emniyet Umum Müdürü Şükrü Sökmensüer’i görmesini, bu gece evine yemeğe beklediğini, beraber gelmelerini rica etti. Sonra da Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’yı aradı, şairin Ankara’dayken emniyetini sağlamasını istedi. Nazım Hikmet’in Ankara’daki her hareketine kefildi.

        Şevket Süreyya Aydemir o yıllarda, şimdiki Şehit Ersan Caddesi üzerinde, İnönü’nün“Pembe Köşkü”nün az yukarısında, solda pembeye bo­yalı bir Ankara evinde oturuyordu. Nazım’la birlikte eve gitmek için yola çıkarlar. Yol boyunca şair ikide bir dönüp arkasına bakar, tedirgindir, dostuna, “Beni Şükrü Kaya takip ettiriyor” der. Şevket Süreyya onu sakinleştirir. Biraz sonra Emniyet Umum Müdürü Şükrü Sökmensüer ile Matbuat Müdürü Sadri Ertem de gelir. Yemeğe Şükrü Kaya katılmaz. Yemekte olup bitenleri Şevket Süreyya Bey bize şöyle anlatır:

        “Nazım Hikmet kapitalizm, komünizm, dünya ihtilali, emperyalizm gibi sözlerin her birini birer bomba gibi patlatıp Şükrü Bey’in yüzüne haykırdıkça, Cihan Harbi’nin ve İstik­lal Savaşı’nın nice cephelerinde (...) ve Garp Cephesi Ku­mandanı İsmet Paşa’nın karargahında, sonuna kadar kur­may başyaver olarak çalışmış bu olgun insan, bizzat çarpıştığı bu güçlerin adını sanki ilk defa duyuyormuş gibi nazik, Nazım'ı dinliyor, yalnız ara sıra cevap yetiştirmeye çalışı­yordu: ‘Peki ama Nazım Hikmet Bey, bu dediğin kapitalistler, emperyalistler, yani bizler miyiz? Canım bunlara karşı biz isyan etmedik mi?”

        Önce siyasetle başlayan sohbet, içki içilen her sofrada olduğu gibi bir süre sonra şiire kayar. Ve şiir faslı başlar. Nazım Hikmet o gür sesiyle, gençlik coşkusuyla, karşısında düşman belledikleri varken şiirlerini okumaya başlar, arka arkaya. O sırada İspanya’da iç savaş vardı. Nazım Hikmet bu iç harbe dair yeni yazdığı “Karanlıkta Kar Yağıyor” şiirini okumaya başlar.

        “Ne maveradan ses duymak,

        Ne satırların nescine koymak o ‘anlaşılmayan şeyi’,

        Ne bir kuyumcu merakıyla işlemek kafiyeyi,

        Ne güzel laf, ne derin kelam?

        Çok şükür

        Hepsinin

        Hepsinin üstündeyim bu akşam.

        Bu akşam

        Bir sokak şarkıcısıyım hünersiz bir sesim var;

        Sana,

        Senin işitemeyeceğin bir şarkıyı söyleyen bir ses.

        Karanlıkta kar yağıyor,

        Sen Madrid kapısındasın.

        Karşında en güzel şeylerimizi

        Ümidi, hasreti, hürriyeti

        Ve çocukları öldüren bir ordu.”

        Şiir böyle uzar, uzar... Şair coştukça coşar. Şevket Süreyya’nın anlattığına göre Nazım Hikmet’in şiirini kendinden geçmiş bir halde dinleyen Şükrü Bey’in gözleri dolar. Gerisini şöyle anlatır:

        “Nazım,” dedi (Şükrü Bey) “bu şiirde ne komünizm ne kapitalizm var. Bu şiirde anlatılan halkın isyanı­dır. Tıpkı bizim İstiklal Savaşı’mızda olduğu gibi. Ama ne yazık ki hiçbir Türk şairi bu destanı dile getirmedi. Yazık değil mi, Nazım? Bizim halkımızın isyanı ve savaşı yanında İspanya İç Harbi çocuk oyuncağı kalır. Anadolu destanını yazsana Nazım sen. Anadolu destanını yaz...”

        O geceden itibaren “Nazım, Anadolu destanını yaz” sedası durmadan kafasının içinde yankılanıp durur. Teklif sıradan bir kişi tarafından değil, Ankara’nın en etkili, en önemli şahsiyetlerinden birisi tarafından yapılmıştır. Hayra alamet olabilir. Derdine derman olabilir. Neden olmasın?

        Ankara’da bulunduğu sırada başka teklifler de alır. Ama İstanbul’a ümitsiz döner. Onu aydınlık bir yere ulaştıracak tek ölgün ışık, henüz yazılmamış bir destanın satırları arasında yanıp sönmektedir cılız bir şekilde, bunun böyle olduğunu karısı Piraye’ye de anlatır.

        *

        Halasının oğlunun evinde gözaltına alınıp Ankara’ya mevcutlu götürülürken şairin aklından muhtemelen bütün bunlar geçmiştir. Demek Ankara’daki “temasların” bir faydası olmamış, şimdi savcının karşısına çıkartılmak üzere götürülmesi bu durumun açık delilidir. Harp Okulu’na götürürler, “askeri isyana teşvik suçuyla” Askeri Mahkemeye çıkarırlar. Mahkeme 29 Mart 1938’de hükmünü açıklar, 15 seneye mahkumiyet! Ardından İstanbul’a getirirler, Kemal Tahir ve başka sanıklarla birlikte deniz dibine 150 basamakla inilen bir gemide sintinenin dibine atarlar; Ankara’daki askerleri isyana teşvik etmekle kalmamış, İstanbul’daki donanma askerlerine de aynı zehri akıtmıştı; “donanmanın inhilal ve ihtilale maruz kalmasına” yol açmak gerekçesiyle 29 Ağustos 1938 günü 13 yıl 4 ay, toplamda 28 yıl 4 ay ağır hapis cezasına çarptırılır.

        *

        Nazım Hikmet Askeri Mahkeme’de yargılanırken Atatürk Cumhurbaşkanı, önce İsmet İnönü, sonra Celal Bayar Başbakan, Şükrü Kaya İçişleri Bakanı, Fevzi Çakmak da Genelkurmay Başkanı’ydı.

        Hiç beklemediği bir anda dik omuzlarına 15 yıl gibi ağır bir hapisliğin tonlarca ağırlığı çökünce şair, tek umut olarak Mustafa Kemal Atatürk’ü gördü, oturdu o demirden tabutun içinde, yargılandığı o gemide ona şu mektubu yazdı:

        “Cumhur Reisi Atatürk Yüksek Katına

        Türk Ordusunu ‘isyana teşvik’ ettiğim iddiasıyla 15 yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk Donanmasını ‘isyana’ teşvik etmekle töhmetlendiriliyorum.

        Türk inkılabına ve senin adına and içerim ki suçsuzum.

        Askeri isyana teşvik etmedim…

        Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki bunu bir an olsun düşünebileyim.

        Askeri isyana teşvik etmedim.

        Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilebilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim.

        Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu ‘inkılap askerini isyana teşvik’ damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.

        Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin.

        Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum.

        Türk inkılabına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.”

        Nazım

        Atatürk ağır hastaydı ve Dolmabahçe Sarayı’nda hasta yatağında yatıyordu. Mektup 17 Ağustos 1938’de, postaya vermek üzere, o dönem astsubay olan, Donanma davasında savcı yardımcısıyken hukuki bir haksızlık görerek davadan çekilen Haluk Şehsuvaroğlu’na teslim edildi. Nazım Hikmet’in dayısı, Ali Fuat Cebesoy’un verdiği bilgiye göre mektup Dolmabahçe Sarayı’nda “hususi kalem” kayıtlarına girdi, o sırada Atatürk’ün yanına çok sık girip çıkan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya mektubu Atatürk’e okutmadı. Şükrü Kaya ile Mareşal Fevzi Çakmak, şairin “ortalıkta görülmesinden, dolaşmasından, yazma­sından” hazzetmeyen, hatta “sakınca” gören iki önemli şahsiyetti.

        *

        Resim şimdi daha da nettir. Nazım’ı Ankara’ya, muktedirler nezdinde kendini tanıtmaya götüren gezisinin gerekçesi yıllar sonra ortaya çıktı. Onu her yerde takip eden gölge hakkında; Çankaya sofrasının müdavimi, Atatürk’ün en yakınından hiç ayrılmamış Falih Rıfkı Atay’ın tanıklığına başvuralım önce. Nazım Hikmet 28 yıl hapis cezasına çarptırıldığında CHP’nin yayın organı “Ulus”ta yazılar yazan Falih Rıfkı Atay, yıllar sonra Nazım Hikmet gurbet ellerde kalp sektesinden öte dünyaya göç ettikten iki sene sonra, 2 Mayıs 1965’te, “Dünya” gazetesinde yazdı bu anısını ki şöyle:

        “Bir gün kulaklarımla Meclis koridorunda şu sözleri duydum:

        ‘Vesika yokmuş ha… Delil bulunamazmış ha… Biz onu divan-ı harbe mahkum ettirelim de gününü görsün.’

        Nazım Hikmet hapiste iken, onu, her düşünüşte­ bu sözü hatırlayarak, yok yere çile çekmesini içime yediremezdim. Anasının yakınmalarından Ali Fuat Cebesoy da affı için çalıştı durdu. İnönü, Cebesoy'un ve bizim söylediklerimizi iyi karşılamıştır. Affedilecek ve Ankara'ya gelip adı ‘Ulus’a değişen eski Hakimiyet-i Milliye kadrosu içinde çalışacaktı. Fakat Fevzi Çakmak engelini aşmak güçtü. İnönü, bir gün bir gündelik gazetede Yahya Kemal’in divan biçimi bir gazelini göstererek:

        ‘Bunları okudukça Nazım'ın hapiste olması­na canım yanıyor,’ demişti.

        Bir toplanışımızda Nazım Hikmet'in kendi se­siyle plağa okuduğu ‘Salkım Söğüt’ün dinlerken Atatürk’ün tatlı dalışını hatırlıyorum.”

        Nazım Hikmet’in bu kadar ağır bir ceza almasını sağlayan “kara gölgeyi” dayısı, Mustafa Kemal’in hem Harbiye’den mektep hem de cephede silah arkadaşı Ali Fuat Cebesoy da tanıyor. Ama o da tıpkı Falih Rıfkı gibi o gün sesini çıkarmadı ta 1966 yılına kadar… Bir Aralık günü Çetin Altan’la Şale Köşkü’nde karşılaşan Cebesoy’a Çetin Altan bu hadiseyi sorar; gerisini Çetin Altan 28 Aralık 1966 günü Akşam gazetesinde şöyle anlatır:

        “O çocuğu (Nazım Hikmet) Şükrü Kaya ziyan etmiştir. Mustafa Kemal bu yüzden çok sinirlenmiş ve üzülmüştü. Nazım Hikmet’i tevkif ettikleri bir sıraydı. Nizamettin Tepedelenli bana rastladı, Nazım’ı kurtarmanın zamanı olduğunu söyledi. Yalova dönüşü akşam yemeğinde Şükrü Kaya ile yan yana oturuyordum. Bu konuyu konuşuyorduk. Mustafa Kemal birden Şükrü Kaya’ya:

        ‘Ne konuşuyorsunuz orada?’ diye bağırdı, azarladı.

        İlk defa ciddi şekilde hastalanıp yatağa girdiği akşamdı o akşam. Biraz sonra benim kulağıma:

        ‘Çok sancım var, duramayacağım, sen benim yerime geç, ben yatacağım’ dedi.

        Ve çekildi. Caz çalıyordu. Ben arkadaşlara:

        ‘Biz de çekilelim, onsuz eğlenceye devam etmemiz güzel değil’ dedim. Cazı susturduk ve dağıldık. Ben Mustafa Kemal’den haber almak için kamarasının bulunduğu yere gittim. Sancısı olduğunu, doktorların kendisine iğne yaptığını söylediler. Konuşmalarımızı içerden duymuş, beni çağırdı kamaraya.

        ‘Fenayım, dedi. Demincek Şükrü Kaya’ya mahsus bağırdım. O çocuğu takmış parmağına, onunla uğraşıyor. Ben tanırım, mert oğlandır o. Gelmesi için haber gönderdim. Belki konuşma adabından bir kusur ederim diye gelmedi. Şükrü Kaya Müşir’i (Mareşal Fevzi Çakmak) de kandırmış. Askerlerin arasına onun yazılarına benzer yazılar uydurup dağıtmışlar. Başını yakmağa çalışıyorlar oğlanın. Hepsinden haberim var.”

        *

        Ve sahiden de başını yaktılar Nazım Hikmet’in.

        Hâlâ umudunu yitirmemişti şair. Sultanahmet Cezaevi’nde Kemal Tahir’le yatıyorlardı. Birden mi, yoksa mektubuna bir cevap almamanın verdiği çaresizlik mi Ankara’da “Benerci” dediği eski yoldaşı Şevket Süreyya Aydemir’in evinde Emniyet Umum Müdürü Şükrü Sökmensüer’in “Anadolu destanını yazsana Nazım sen, Anadolu destanını yaz...” sözleri beyninde yankılanmaya başladı. Voltada, koğuşta, sohbette, karanlıkta, aydınlıkta hep aynı sözleri duydu bir süre. Belki de “umut” henüz yazılmamış olan bu muhayyel destanın satırları arasında gizlenmiştir, kim bilir. Ne de olsa en büyük kudret kelimelerdeydi ve bunu ondan daha iyi bilen yoktu.

        Ve Sultanahmet Cezaevi’nde soğuk bir kış günü, “Kuvayı Milliye”nin “ilk halini” sarı saman kağıtlarına dökmeye başlar. Öfkelidir. Heyecanlıdır. Kızgındır. Durmadan yazar, yazar, on beş gün içinde “destanı” bitirir, bir de önsöz kondurur başına ki şu satırlarla başlar:

        “Ben

        mukaddes bir hiddet içinde

        tüylerim diken

        arşınlayıp betonu,

        demiri dövüp yumruklarımla

        on beş kere yirmi dört saatte yazdım ki onu,

        buna telin dışında anam

        ve yüzü güneşli bir yaz manzarasına benzeyen karımla

        telin içinde Kemal Tahir

        şahittir.

        (…)

        “Kayıp Destan’ın İzinde” adıyla şahane bir kitap yazmış olan Erkan Irmak destanın bu “ilk haliyle” ilgili olarak şunları söyler:

        “İlk halini yazmaya başladı; çünkü gerek mektuplarından, gerek araştırmacıların aktardıklarından, gerekse elde olan farklı nüshalardan anlaşıldığına göre, Kuvayı Milliye, ismi de dahil olmak üzere Nazım Hikmet tarafından birden fazla kere düzenlendi, kurgulandı ve değiştirildi. Kuvayı Milliye adıyla ilk baskısı ise l968'de Bilgi Yayınevi tarafından yapıl­dı ve o günden bugüne kadar da içeriği korunarak farklı ya­yınevlerince yayımlanmaya devam etti. Metnin sonuna Na­zım Hikmet tarafından düşülen imzada, Kuvayı Milliye'nin ‘939 İstanbul Tevkifanesi, 940 Çankırı Hapisanesi, 941 Bur­sa Hapishanesi’nde kaleme alındığı yazmaktadır. Ne var ki, Kuvayı Milliye'nin omurgası bu tarihlerde yazılmış olsa da metinde yer alan dizelerin oluşturulma tarihi 1938 ila 1950 arasında bir zaman dilimini kapsar.”

        *

        Bir dönem kapanmış yeni bir döneme geçmiştir memleket. “Ebedi Şef” sonsuz yolculuğa uğurlanmış “Milli Şef” çıkmıştır en yüksek kata. Şimdi umut İnönü’de… Destan hâlâ son şeklini almamış, dayısı Ali Fuat Cebesoy’dan İnönü’yle ilgili belgeler ister. Destan gittikçe genişliyor. Bu arada dışarıda hayat gürül gürül akarken, şair içerde “kuyunun dibine düşmüş bir taş” gibi en iyi yaptığı şeyi yapıyor, habire şiir yazıyor. Umut hâlâ var.

        1941 yılında içinde “İnönü övgüsü” de bulunan destanına ikinci versiyonunu yazar ancak yayınlatma imkanı bulamaz. Şimdi dünya başka bir dünyadır. Faşizm rüzgarına veya tırpanına kapılmış cümle alem. Saraçoğlu hükümeti de dümen kırmış Hitler’den yana. Her yerde komünist avı var. Bu şartlarda Nazım Hikmet’in destanını kim okuyacak da “bakın bu çocuk ne kadar büyük bir yurtseverdir” deyip onu hapishaneden çıkaracak!

        Şimdi onun gündeminde daha sonra “Memleketimden İnsan Manzaraları” adını alacak olan “Meşhur Adamlar Ansiklopedisi” var. Aklına bir fikir gelir, “Kuvayı Milliye”yi bağımsız bir kitap olarak yayınlatmaktansa onu “Manzaralara” yedirmek! Bunu yapar da… 1950 yılına kadar da, artık “Kurtuluş Savaşı Destanı” adını almış olan “Kuvayı Milliye”yi bağımsız bir kitap olarak yayınlanmasına karşı çıkar. Ama zaten “destan” çoktan dışarı çıkmış, elden ele dolaşmaktadır, herkes yayınlamak için sıraya girer. Oysa Nazım Hikmet’in diğer eserlerinin yayınlanması yasaktır, yine de herkes destanın peşindedir. En iyi teklifi Vatan gazetesinin sahibi Ahmet Emin Yalman yapar ancak Nazım teklifi ret eder. Aradan bir sene geçtikten sonra 1943 yılında Yalman bir teklif daha yapar. Yalman destanı alacak, İnönü’nün okuyup çok beğendiği eseri onun izniyle yayınlayacak… Bu teklifi de arkadaşı Kemal Tahir’e danıştıktan sonra ret eder. Onun için “Destan” diye bağımsız bir kitabı yoktur, onu “Manzaraların” içine yedirmiştir ve o halinden memnundur.

        Bu kez İnkılap Kitapevinden bir teklif alır. Nazım Hikmet “destanı” tekrar ele alır, metinde bir yığın değişiklik yaptıktan sonra “Kuvayı Milliye” bugün elimizde bulunan son şeklini alır. Yapılan değişiklikler metni kökünden değiştirmiştir. Böylece metin son şekline ancak 1950 yılında kavuşur. Yayınevine teslim edilen bu yeni nüsha için şaire 3500 lira gibi o tarihlerde oldukça cömert sayılabilecek bir telif ödenir. Ancak yayınevi “bilinmeyen sebeplerden” telifini ödediği kitabı piyasaya çıkarmaz. Bu durum çeşitli söylentilere yol açar. Belki de yayınevi şartları “müsait görmemiş”tir veya yayınevi sahibinin ekalliyetlere mensup biri olması bundan rol oynamış olabilir, bilinmez.

        Nazım Hikmet 17 Haziran 1951 tarihinde yurtdışına kaçar. Artık o tam anlamıyla bir vatan hainidir. Değil bir kitabını basmak, bir şiirini okumak bile büyük suçtur. Bu yüzden “Kuvayı Milliye” İnkılap Kitapevinin çekmecesinde tozlanmaya başlar.

        *

        Nihayet 1968 yılında özgürlük rüzgarı esmeye başlayınca bütün dünyada, o rüzgar geldi, “Kuvayı Milliye”yi İnkılap Kitapevinin çekmecesinden alıp Bilgi Yayınevi’ne uçurdu. Kitabı Cevdet Kudret yayına hazırladı.

        Kendisini hapishaneden kurtaracağına inandığı “destanı” 1938 yılında yazmaya başlayan, on iki yıllık hapisliği boyunca hep bir “umut” bağladığı, umudunu kaybedince de onu başka bir kitabına yediren, daha sonra gelen tekliflere dayanamayarak bir kitap olarak yeniden ele alıp “Kuvayı Milliye: Destan” adıyla son şeklini verdiği “destanı” Nazım Hikmet’in ölümünden tam beş sene sonra “Kurtuluş Savaşı Destanı” adıyla yayınlanabildi.

        Kelimelerin kudreti, muktedirin zulmü karşısında çaresiz kalmıştı.

        ***

        Yararlanılan Kaynaklar:

        Erkan Irmak, “Kayıp Destan’ın İzinde”, İletişim Yayınları

        Kemal Sülker, “Nazım Hikmet Dosyası”, MAY Yayınları

        Diğer Yazılar