Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir ihbar telefonuyla başlamıştı her şey. Tarih 12 Haziran 2007’ydi. Ümraniye’de bir gecekonduda 27 adet el bombası bulunmuş, emekli muvazzaf askerlerin ve sivillerin de aralarında bulunduğu bir çetenin meşru hükümete karşı darbe ortamı hazırlamaya çalıştığı iddia edilmiş ve dalga dalga operasyonlar, tutuklamalar gelmişti ardından.

        20 Ekim 2008 tarihinde başlayan Ergenekon davaları sürecinde toplam 600 duruşma yapıldı ve 5 Ağustos 2013’te kararı açıklayan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, sanıkları yüzlerce yılı bulan cezalara çarptırdı.

        Halktan da, halkın renklerinden, değerlerinden, sandığından, seçimlerinden ve iktidarından da nefret ettiğini gayet başarılı biçimde ortaya koyan bir zevat vardı. Başörtülü kadınların meslek sahibi olmasını “rejim krizi” haline getiren. O rejim ki biraz esnemesine bile tahammül edilemezdi. Darbe çeşitlerinden müteşekkil bir kokteyl seçilmiş hükümetin masasında bitiverirdi. Bu anlayışı devletin yazılı olan ya da olmayan bütün kanunlarının-teamüllerinin içine yerleştirmiş olanlardan her kötülüğü bekliyorduk. Seçimle gelen iktidarı sırf dini hassasiyetlerinden dolayı devirmek ve bağlılarının üzerine beton dökmek ve bunun için örgüt kurmak dahil her kötülüğü bekliyorduk.

        Ama birilerinin beklemeye tahammülü yoktu. Devletin kritik noktalarına yerleştirdiği yüzlerce adamları vardı, binlercesi de sırada bekliyordu. Hazır AK Parti gibi elverişli bir eldiven de bulunmuştu. İktidardaydı. Kamuoyu hazırdı, gerekirse imal edilirdi. Muhatap acınacak, merhamet edilecek bir muhatap değildi. “Neden bekleyelim?” dediler. Muhtemelen aynen böyle oldu. Niyet var, biliyoruz. Amaç var, biliyoruz. Tek gereken, yapmayı istedikleri şeyi yapmış gibi göstermek.

        Bu ahlaki zaaf, bu etik krizi, Müslüman topraklarda Müslüman olmayı yasaklayanlara karşı biriktirilmiş ve organize olmuş öfke, Türk ordusundan hoşnutsuz olan küresel aktörlerden alınan dış destekle birleşince, başta da ikna edilmesi mümkün bir hükümet olunca, “helva” için gereken zeminin oluştuğu düşünüldü. Ve herkes yedi.

        Dışlanmışlar, merkez tarafından sürekli olarak dışarı kusulmuş olanlar, makbul vatandaş sayılmayıp kimliği tehdit sayılmışlar, yedi.

        Her darbede bu ülkenin daha da geriye gittiğini görmüş olan, tavandan tabana dikte edilerek yapılan hiçbir dayatmanın fayda sağlamadığını düşünen makbul ama makul vatandaş, yedi.

        Sadece o güne kadar yapılıp edilenlerde hiçbir sorun görmeyenler şüpheci yaklaştı. Onlar yemedi, çünkü “askeri vesayet” denilen şemsiyenin doğru ve gerekli olduğuna inanıyorlardı. Ordu ne yaparsa doğru yapardı. Laiklik en militer şekliyle uygulanmalıydı. Dincilere göz açtırılmamalıydı. Kısaca askeri vesayetin bertaraf edilmesine yönelik çabayı başlı başına “haksızlık” saydıkları için “yemediler”. Çok ahlaklı, çok akil, çok araştırmacı, çok bilgin oldukları için değil, baştan taraf oldukları için.

        Şahsım adına erken uyananlardan biri olduğumu söyleyebilirim. “Askeri vesayet son bulmalı” görüşünde olmakla beraber, resmi ideolojiyi dini haklar ve özgürlükler üzerinde sopaya dönüştürenlerle meselesi olan biri olarak, tutulan yolun yanlışlığını fark edip yazdığımda, bu davaların ve başka şeylerin hükümet-cemaat ilişkisini sona yaklaştırdığını beyan ettiğimde bundan en fazla rahatsız olan kesim AK Parti olmuştu.

        Lakin önemli olan kişisel ve kısmi uyanışlar değil. Bu davaların masumların acı çekmesine, asıl sorumluların da gizlenmesine hizmet eden bir “yoldan çıkma” hikâyesine dönüşmesi ve bunun sonuçları.

        Asıl önemli olan günün sonunda 16. Ceza Dairesi’nin şu kararı vermesi: “Ergenekon terör örgütünün, kim tarafından ne zaman kurulduğunun, suçlarının, hiyerarşik yapısının ortaya konulmaması, liderinin belli olmaması gibi nedenlerle yerel mahkemenin ‘Ergenekon terör örgütü’ kabulü isabetli değildir.”

        Ezcümle: Ergenekon diye bir terör örgütünün bulunduğuna ilişkin bir veriye rastlanamamış.

        Ergenekon davası, demokratikleşme açısından son derece haklı ve gerekli olan bir mücadelenin hukuk mecraında ne kadar kirletilebileceğinin alametifarikası oldu. Bir “yoldan çıkma”nın, birbirini doğuran yılan hikâyesi oldu.

        Ergenekon davaları, sistemi kendi kuyruğunu tehdit olarak algılayıp yutmaya çalışan ve bu arada bir fasit daire şeklini alan mitolojik ejderhaya, Ouroboros’a dönüştürdü. Kendini yemek, kendinden olanı yutmaya çalışmak ve bunun sirküler bir hal alması, sistemin bir kısırdöngü üzere mühürlenmesi.

        Paralel yapıya sırf buna neden olduğu için bile kızabiliriz.

        Diğer Yazılar