Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        MaviMarmara neydi, hatırlayalım: 2010 yılında ambargo nedeniyle temel ihtiyaç malzemelerinden yoksun kalan Gazzelilere yardım için yola çıkan “Free Gazza” filosuna katılmak üzere Türkiye’den hareket eden geminin adıydı. Bir dayanışma ve yardımlaşma derneği olarak İslamcı kimliğiyle öne çıkan İHH tarafından organize edilen seyahat, temel ihtiyaç maddelerini Gazzelilere ulaştırmayı hedefliyordu. Dernek Başkanı Bülent Yıldırım’ın da dahil olduğu gemi müktesebatında Batılı aktivistler de vardı ve Gazzelilere yardım etmeyi Batılılıklarıyla tezat içinde görmüyorlardı, vicdan sahibi olmak yeterliydi.

        SEYYİD KUTUB DEĞİL MİLLİ GÖRÜŞ

        Ancak gemi uluslararası karasularında İsrailli askerler tarafından kuşatıldı ve vahşi bir baskınla 10 vatandaşımız şehit oldu. O gün bugündür, Mavi Marmara yola çıkmalı mıydı çıkmamalı mıydı tartışması yapacak olanlar bile önce şehitlere saygıyla başlıyor, sonra konuşuyor... Konuşurduk...

        Birkaç gün önce bir TV yorumcusunun cümleleriyle bu tabu yıkıldı. Ama “tabu yıkıcılık” hemen her zaman doğru, faydalı, anlamlı bir sonuca hizmet etmeyebilir. Daha da önemli olan, bunun gibi yorumların İslamcıları Batı’yla aramızdaki tek ve son engel gibi göstermeleridir. Tartışmanın salt bir TV yayınıyla sınırlı olmadığı da bilenlerin malumu. Çünkü daha önce de benzer yorumlar yapılmış, İslamcılar PKK ve FETÖ ile aynı cümlede Türkiye’yi tehdit eden yeni şer ekseni gibi bile telaffuz edilmişti. Ancak ne denmek istendiğinin algılanmasına tam fırsat kalmadan araya 15 Temmuz girdi.

        15 Temmuz gecesi sahaya ve tankların üzerine ilk çıkanların İslamcılar ve Ülkücüler olması ise söz konusu tartışmayı ilerletmek isteyenlerin tutumunu sadece bir süre erteleyebildi.

        Oysa doğru tasnif insanlık görevidir. Bu yüzden, önce Türkiye ölçeğinde “İslamcı” derken, aslında sadece “Ben Müslüman’ım” demekle “ümmet” kavramının anlamlı bir parçası olduğuna dair farkındalık taşımayı birbiriyle bağlantılı gören Anadolu insanından bahsediyor olduğumuzu anlamalıyız. Türkiye İslamcılığında Seyyid Kutub’dan çok Milli Görüş hareketi belirleyicidir. İslamcı dendiğinde, Selefi silahlı akımlardan değil namazı sünnetiyle birlikte kılan, Filistin, Afganistan, Suriye için endişelenen ve maaşının bir kısmıyla düzenli bağış yapan insanları anlarız.

        17-25 Aralık vesayet girişiminde de, son 3 yıldır ülkemize damga vurmuş sokak hareketlerinde de, 15 Temmuz’da da Erdoğan’ı koruma dürtüsüyle saldırıların önüne bent olmaya çalışanlar da genellikle bu “İslamcı” denilen ama özünde Kuran referanslı aidiyet farkındalığı taşıyan “dindarlar” yani “İslamcılar” olmuştu. Erdoğan ve AK Parti’nin tabandaki en konsolide taraftarlarının da aynı kitle olduğu gerçeğini unutamayız.

        Hal bu iken, nasıl oluyor da şimdi İslamcılar, Erdoğan’ı savunduğunu iddia eden bazı kimseler tarafından dışlayıcı bir dilin nesnesi haline getirilebiliyorlar? Eski tespitler, başka konjonktürler yerlerinden sökülüyor ve “İslamcılar Gezi benzeri bir hareketlilik içinde” türünden söylentiler yayılarak, sanki devlet dindar insanların olası eleştirelliklerine karşı teyakkuza sokulmak isteniyor?

        SAMİMİ SEVENLERİ KOPARMA

        İslamcılar, yani farkındalık sahibi Müslümanlar devreden çıkınca; mesela, “Erdoğan öldürülmeli” diye öfke kusup gündemimize oturan Fransız Profesör Philippe Moreau Defarges gibi tipler Erdoğan’a hayranlık duymaya mı başlayacak? Bu yanılgıyı Erdoğan’ı savunduğunu zannedenlerin akıllarına kim/kimler kakalamakta?

        Erdoğan adına savunma hattı kuralım derken Erdoğan’ı eski dostlarından ve samimi sevenlerinden koparma işine hizmet edenlerin malum bir savunması, “Erdoğan’a saldıramadıkları için bize saldırıyorlar” şeklindeydi.

        Yanlış. Bu tür önermelerle yürünecekse eğer, doğrusu şu olabilir: “Erdoğan’ı yok etmek ve Türkiye’yi müstemleke haline getirmek isteyenler ilk hamlede İslamcıları tasfiye etmek istiyorlar.”

        Diğer Yazılar