Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bugün, 15 Temmuz hain darbe girişiminin ikinci yıl dönümü. Diğer bir adıyla 15 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü.

        Milletimle gurur duyduğum gün. Diğer taraftan çok acı çektiğim çok öfkelendiğim anların hafızamı asla terk etmeyeceğini bildiğim gün.

        15 Temmuz günü beni tanıyanlar için gayet malum olan insomnia ataklarımın tüm pilimi bitirdiği bir gün olarak noktalanmıştı. Öyle sanıyordum. 36 saattir uyumamış, uyumadıkça daha da uyuyamayan biri olarak bulduğum en etkili uyku ilacını içip, telefonumu sessize almış, kulak tıkaçlarımı ve fırfırlı uyku maskemi takmış, çok erken bir saatte beni dinlendirmeye yetecek kadar uzun bir ‘küçük ölüm’e hazırlamıştım kendimi.

        Eşim hasta olan babasını kontrol etmek için Anadolu yakasına geçip orada kalacağından, oğlumun akşam yemeğini yedirmiş, yatacağı saati sıkı sıkı tembihlemiş olduğumdan tavuk gibi akşamın 7’sinde yatağa girmemde bir beis yoktu. Son isteğimi de büyük bir kararlılıkla tebliğ etmiştim kendisine: “Kıyamet kopmadığı sürece beni uyandırma”.

        Derin uykumdan dürtmeye benzer acayip bir sıkıntıyla uyandığımda saat 00.00 civarıydı. Cep telefonuma gelen 20 cevapsız çağrıya anlam veremediğim anları, mesajları gördüğüm salise takip etti. Okuduğumu anlayacak kadar açıldığımda, o korkunç cümleyi gördüm: “Darbe oluyor”.

        “ÇOK ŞÜKÜR ERDOĞAN SAĞ VE SELAMETTE”

        ‘Darbe mi? Epey gerizekalı olmak gerek bu işe girişmek için” deyip, aklıma gelen ilk düşünceleri uyku mahmurluğu ile tiksintiyi gemleme, kontrolü kaybetmeme duygusu arasında gidip gelen bir haleti ruhiyeyle toparlamaya çalıştım. 21. yy’da Talat Aydemir’ciliğin gideri olur muydu? Hadi darbenin ilk gününü başardın, bu işin ikinci üçüncü ve hatta yüzüncü gününü nasıl getirecektin? Milyonlarca Erdoğan sevdalısı ve darbe karşıtlığını muska yapıp göğsüne asmış demokrat seni rahat bırakır mıydı? Milleti bu kadar mı az tanıyordunuz sahi? Bunları sosyal medyadan da paylaştığımı hatırlıyorum. Gazeteyle bağlantı kurup, baskıya yetişecek yeni bir yazı için bilgisayarımın başına geçerken, Veyis Ateş’i arayıp Habertürk ekranında ihtiyaç varsa elimden geleni yapacağımı söylediğimi de.

        Canlı yayına bağlanan Erdoğan’ın yüreklendirici konuşması tekrar yayınlanıyordu. Ülkenin meşru liderini yakalamaya çalışmalarındaki hainlik düzeyine hayret ederken, Erdoğan’ın sağ ve selamette olduğunu bilmek güven vermişti. MİT’in ‘darbeciler başaramadı’ açıklamasının sağladığı rahatlıkla yazımı yazmaya odaklandım.

        Ancak o kadar basit değildi. Adamlar ciddiydi ve o ana kadar son derece vahim şeyler yaşanmış, kısmen haber olmuş ya da doğruluğu kesinleşmemişti. Her şey yeni başlıyordu.

        İLETİŞİM ÇÖLÜ, HAYALET KÖPRÜ

        Az sonra elektriklerin kesildiği, dolayısıyla televizyon yayınının gittiği, Twitter’ın donduğu, kimseye ulaşamadığım cehennemi bir iletişim çölüne duhul edecektim nitekim.

        Tepemizde yabancı bir ülkenin düşman uçakları gibi davranan F16’lar, hemen yanımızdaki apartmanı bombaladıklarına yemin edebileceğim salvolar yapmaya başlayacaktı. Alçaktan uçarak ses bombası denilen şeyi icra ettiklerini, yayının, elektriklerin kesilmesine neden olanın bu olduğunu daha sonra öğrenecektim. Karanlıkta, sela seslerine karışan silah, bomba, helikopter sesleri arasında sadece oğlunu güvende tutmaya odaklanmış anne fazına geçtiğim o anda, telefon ekranımda köprüde çatışma ve ölümlerin olduğuna dair bir whatsapp mesajı durduğunu gördüm.

        Köprüye baktım. Kopkoyu gecenin içinde heybetli ama ağır yaralı bir Godzilla gibi duran Boğaz Köprüsü'nün ışıklarının sadece yarısı yanıyordu. Yoksa? Bombalanmış mıydı?

        Hayır. Başbakanlık Ofisi, MİT Binası, vatandaşların toplandığı Taksim Meydanı ve Köprü dörtgeni arasındaki mıntıkayı tehdit etmek, sindirmek için fazlaca uçuş, fazlaca artistlik, algı yönetimi yapmışlardı sadece. Bunu yapmakla yetinmedikleri yerleri, Ankara’da ateş ettikleri insanları, TBMM’yi bombaladıklarını, Çengelköy’ü, Akıncılar’ı, Köprü'de tanıdığım/tanımadığım insanları öldürdüklerini iletişim imkanları yeniden belirdiğinde anlayabildim. Bir yandan oğlum adına sakin olmaya çalışıyor, bir yandan haber takibi yapmaya çalışıyordum ki, tankların biçtiği insanlar, kan revan içinde kalbi bağırsaklarıyla yer değiştirmiş cesetler düştü önümüze. Erol Olçok ile beraber, evladı Abdullah Olçok’un da şehit düştüğünü öğrendiğimde , tahammülümün son katresi tükendi. ‘Bunu neden yapıyorlar? ’ diye soran, bu rezalete dair bir açıklama bekleyen oğluma sarılıp küfretmeye ve hüngür hüngür ağlamaya başladım. Darbelerden de, devrimlerden de, insanların kâh hayatını, kâh iradesini ezip geçen, maddi manevi bütün şiddet ve dayatma formlarından uzak tutmaya; zihnine bu ülkeye dair parlak bir imaj yerleştirmeye çalıştığım, bu ülkenin emzirdiği, yurt ve yuva olduğu bütün insanlara kılçıksız bir güven besleyebilsin diye politik auranın dışında, handiyse küvezde büyüttüğüm, oğluma sarılıp.

        “SANA NASIL ANLATABİLİRİM BİLMİYORUM”

        Şimdi ona, bırakın ‘TSK’nın darbe geçmişini’ anlatmayı, bir de kendisini ‘dindar, mü’min olarak tanıtmış insanlar bunu nasıl yapar?' sorusunun cevabını vermem gerekiyordu. 17-25 Aralık’tan bihaber değildi yavrum. Bazı cemaatçilerin evlatları tarafından köşeye sıkıştırılıp ‘Annen hırsızları savunuyor, demek ki kendisi de hırsız’ diyerek taciz edilmiş, aylarca bana söylememişti. FETÖ’cülerin sosyal medyada hakaret ve iftira zinciri kurup en başta şahsımı hedef tahtası haline getirdiği dönemi biliyordu; nasıl bir şirretlikle karşı karşıya olduğumuzu seziyordu. Ama bu kez farklıydı. Sivilleri öldürecek, tanklarıyla insanları ikiye bölecek kadar delirmişler, ölçüsüzlükte, vicdansızlıkta çok ileri gitmişlerdi. Bunu hayatın başında, asker sivil, din devlet, Allah’a itaat ve ahlak ilişkisi hakkında temiz kodlar edinmesi gereken bir ergene nasıl doğru bir biçimde anlatacaktım? İyi bir Müslüman olmak ile iyi bir vatandaş olmak arasındaki mesafe nasıl bu kadar çok açılabilmişti ve dindar bir anne olarak ben bunu nasıl tercüme edebilirdim?

        Anlatamadım.

        Tek yapabildiğim ağlamak, sövmek ve acı içinde kıvranmak oldu. Oğlum o gün üç yaş büyüdü.

        Tüm kederimiz bu olsaydı keşke ama olmayacağını bildiğim için de acıya ve öfkeye teslim olmuştum o gece.

        250 oğul ya da kız, darbecilere ‘durun yapmayın’ demek için fırladıkları evlere sağ salim dönemediler.

        Her seferinde annelerini düşündüm.

        Biliyordum ki, şehitlerin kanı yerde kalmaz , suçlular cezalarını çekecek. Ama o ocaklar, o yuvalar eskisi gibi olmaz.

        Biliyordum ki, devlet muktedirdir, kendisini arındıracak, kendisini yeniden imar edecek. Ama bu travma devleti de hukuku da, adalet anlayışını da değiştirir, eskisi gibi olmaz.

        Böyle hain teşebbüslere maruz kalmak sadece devleti değil, milleti de dönüştürür çünkü. Otorite ihtiyacını arttırır; ‘devlet yumruğunu vuracak ama hukuk engel oluyor’ zihniyeti yaygınlaşır, devlet doğal olarak, handiyse milletin itelemesiyle katılaşır, merhamet büyük bir lükse dönüşür, suçlu, kabahatli ve muhalif tarifleri arasındaki fark kaybolur, masumların canı yanar.

        Sonra yabancı ülkeler, küresel aktörler, doğması muhtemel zaafları kullanır, kullanmak ister. Sonra da, onların bu fırsatçılığı ülke içinde düne kadar karşılığı olmayan siyasetçilerin ve miadı dolmuş politikaların sıçrama taşına dönüşür, demokrasi kaybına mesned teşkil eder, devlet büyür, birey küçülür. Uzar da uzar. Yeniden toparlanana dek yani, 15 Temmuz uzun sürer.

        Hepsi oldu ve oluyor.

        Darbeciler sadece devlete saldırmadı, geleceğe saldırdılar ve bir ölçüde belirleyip dönüştürdüler.

        Niyetim elbette moral bozmak, ah edip vah etmek değil. Bugün kendimize acıma günü değil. Şehitlerimizi hakkıyle yâdetme ve darbeyi savuşturmuş bir ülke olmanın izzetini yüceltme günü.

        Allah çoluğunu çocuğunu düşünmeden sokağa fırlayan ve canını verip devletin namusunu kurtaranlardan razı olsun. Ama bizler de, onlara, çocukları için istedikleri gibi bir ülkeyi borçlandığımızı unutmayalım.

        Diğer Yazılar