Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        17 Ağustos itibariyle İstanbul’a düşen yağmurun bir felaket halini alması dünün en çok konuşulan konusuydu. Unkapanı alt geçidinde bir insan öldü. Anlaşılan o ki, en yüksek yağışı Fatih aldı: Metrekareye düşen yağış miktarı 114 kg olarak ilan edildi.

        Meteoroloji Genel Müdürlüğü Marmara, İç Anadolu ve Batı Karadeniz ile ilgili şiddetli yağış uyarısı yapmıştı ama İstanbul’a, 21.yy’da sel nedeniyle can kaybı yaşanmasına sebep olabilecek güçte bir uyarı gerekirdi, olmadı. AKOM’dan da ses çıkmış değildi. İBB başkanlığı kutlama yapmak için mesaj gönderdiği numaralara uyarı, tedbir tavsiyesi mesajı yollasa iyi olurdu. Heyhat, bırakın bunları, başkanın kendisi İstanbul’da değildi. İstanbul’u kazandığı günden bu yana sadece 55 gün geçmiş iken, ikinci tatiline çıkmıştı. İlk tatil tamam. İki kere seçime giren, oy sahiplerinin hakkını müdafaa için görülmemiş bir çaba sarf eden ve nihayet bileğinin hakkıyla mazbatasını ikinci kez teslim alıp koltuğuna oturan adamın kısa bir ‘oh’ deme, rahatlama hakkı vardır.

        Ancak ikinci tatil? Hem de ‘kaybedilecek bir saniyemiz bile yok arkadaşlar’ cümlesini bu kadar sık kurarken?

        Elbette, İstanbul’da sel felaketinde can kaybı ilk kez yaşanmıyor. Buradaki fark şu: İstanbul ahalisi canını dişine takıp hem kendisini hem işyerini selden korumaya çalışıyordu ve şehrin başkanı sözkonusu belayı savuşturmak için orada değildi. Dün, o yağışa Fatih’te yakalanan ve böyle günlerde yolcu almama geleneğini sürdüren sarı taksilerin afeti ikiye katlamasıyla yarım saat yağmur yiyen bir İstanbullunun kendisini yalnız hatta yetim hissetmesi işten bile değildi. Bu his yerindedir ya da değildir, hislerin mantığı olmaz, önemli olan İmamoğlu’nun böyle hisleri siyasi hasmına hediye etmekte hiç beis görmemesi. Öyle bir hediye ki, bütün o Kirazlı köyü Alamos Gold tartışmasında yer alan çevre hassasiyetini unutturdu, o tartışmanın üzerinin ‘Sel burada, Ekrem nerede?’ Şeklini almasına yardımcı oldu. Burada rahatlıktan kaynaklanan tuhaf bir durum var. Tuhaf, çünkü 2023’e daha çok var.

        Benzer bir tuhaflığı Twitterda ‘çalışma tarzı’ konusunda düzgün bir üslupla uyarıda bulunan bazı kimselerin İmamoğlu’nun hesabı tarafından bloklanmasında da gördük. Hesabını kendisinin kullandığını sanmıyorum. Ancak ‘kucaklaşma’ temasını bu kadar çok öne çıkaran bir büyükşehir belediye başkanının hesabından bu tür refüze edici tavırlar alınmasını doğru bulmuyorum. Hesabı kullanan kişi her kimse, ‘Kucaklaşma köprüyü geçene kadardı, geçtikten sonra sevdiklerimizi tutuyor bizi eleştirenleri boğazın serin sularına bırakıyoruz’ resmi vermekten kaçınmalı.

        Daha doğrusu İmamoğlu’nun daha az ‘halkla ilişkiler faliyeti’ yürütüp daha çok iş yapmaya başlamasının vaktinin geldiğini kavraması olur.

        İTHAM ETMEYİ ABARTANLAR DA HAKSIZLIK EDİYOR

        Öte yandan yağmuru yağdıran da, Unkapanı’ndaki ölüme sebep olan da Ekrem İmamoğlu’ymuş gibi davranmanın da lüzumu yok.

        “Göreve geleli 55 gün oldu adam ikinci kez tatile çıktı’ diye eleştirmeyi, yer yer hakaretamiz ifadeler kullanmayı biliyorsanız bu cümlenin içerdiği -“55 gün”- tümcesinin ithamlarınızı mantık sınırlarında tutmaya zorladığını da bilmeniz lazım.

        55 gün, allamei cihanın dahi İstanbul’un bütün sorunlarını çözmesine yetmez.

        Sel felaketi özelinde de her mantıklı kişinin akletmesi gereken bellidir: Yağmuru durdurma yetisi olmayan ama yere düşen yağmurun izleyeceği zemini beton çölüne çeviren insanoğlunun yaptığı ferasetsizliği yapanlar, tekrarlayanlar kimlerse, çeyrek yüzyıldır İstanbul’u kimler yönetiyorsa, yağmurun sel olup akmasının sorumluluğu da onlardadır.

        ŞEHRİN TOPRAĞINI ŞEHRE GERİ VERİN

        “Ama çok yağmur yağdı, mevsim normallerinin üzerindeydi” demek biraz züğürt tesellisi, çünkü artık mevsim normalleri diye bir şey yok.

        2017’nin Temmuz ayında dolu yağdı bu şehre. 2018’in yaz aylarında hakeza, yine mevsim normallerinin üzerinde yağış aldık. 2009’daki sel felaketinde 31 kişiyi kaybetmiştik. Yeni mevsim normalleri, anormalliğe etiketlenmiş durumda ve ne kadar çabuk intibak edersek o kadar hayırlı olur.

        İntibakın yolu da, sel felaketlerinin en çok metropollerde hayati risk oluşturduğunu kavramaktan geçiyor. Neden? “Yağışın ihtiyaç kadarını alıp ihtiyaç fazlasına gelince musluğu kapatma gibi bir lüksün yoksa, yağmurun düştüğü zemini yağmura göre regule etmen gerekir” gerçeği en çok sözde ‘modern şehircilik’ yapılırken unutuluyor da ondan.

        Tamam, altyapı çalışması, şehir mühendisliği bunun için var. Ama şehirden alınan toprağı ve üzerinde bitenleri, şehre geri verme fikri yeşermediği sürece bu felaketlerin önü alınamaz.

        İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi Su Çalışma Grubu’nun 2016’da yayınladığı bir rapordan daha önce de bahsetmiştim. Hala önemini koruduğu için tekrarlamakta sakınca görmüyorum.

        Raporda Sanayi Bakanlığı Çimento Sektör Raporu ve İklim Değişikliği Risk Yönetimi Raporları karşılaştırılarak varılan sonuç ele alınıyor ve şu sonuca varılıyor: Çimento üretim ve tüketimi ile sel felaketleri arasında paralellik var.

        Bulgular şöyle:

        -Türkiye’de 1990 yılında 24,4 milyon ton çimento üretilirken 22,7 milyon ton tüketilmiş. O yıl toplam 19 sel felaketi var.

        -2002 yılına kadar 30 milyon tonu aşmayan çimento üretim ve tüketim miktarı daha sonra hızla artıyor.

        - 2005 yılında 42,8 milyon ton çimento üretilirken tüketim 35 milyon tona çıkıyor. 2005 yılında sel felaketi sayısı 81’e çıkıyor.

        -2015’de rakamlar kabaca 78 milyon ton üretim, 62 milyon ton tüketime çıkıyor. O yıl yaşanan sel felaketi sayısı 249 .

        Kendisini alacak toprak bulamadığı için serseri mayın gibi dolaşan ve kabaran yağmur suyuna sel diyoruz sonuçta. Bu temel gerçekliğe muhalefet eden, şehirleşmeyi betonlaşmaya indirgeyen; çimenin ve ağacın etrafına bile beton çerçeveler yapan ve her gördüğü zemini beton karo taşlarıyla donatan anlayış ne estetik, ne tabii ne de felaketleri önlemeye muktedir.

        Diğer Yazılar