Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ernest Renan “Ulus nedir?” Kitabının 50. sayfasında şunu söyler: “Ulus bir hissiyat, ruhani bir ilkedir. Bu hissiyatı, bu ruhani ilkeyi aslında bir olan iki şey oluşturur. Biri geçmişte, diğeri şimdidedir. Biri ortak zengin bir hatıralar mirasına sahip olmaktır; diğeri şimdiki zamanda ortak karara varma, birlikte yaşama arzusu, bölünmemiş halde aldıkları mirası geliştirmeye devam etme iradesidir.”

        Birlikte yaşama arzusuna dair iradenin ancak ‘öteki’ yaratarak sürdürülebildiğini biliyoruz.

        Sadece ‘ulus’ a özgü de değil bu.

        Semavi dinlerin mensupları da geliştirilmeye değer tek mirasın kendi dinleri etrafında gelişen kültür olduğunu düşünüyor. Her ümmet, kendine biricik.

        Üstelik şimdi, sekülerizmin iki yüz yıldır aşmaya çalıştığı Juda-Christian ekolünde mündemiç olan ‘iddia’ yeniden diriliyor.

        İslam dünyasının canlılığı, seküler dünyanın hiçbir zaman kemale ermemiş tarafsızlığına ve dinsel lakaytlığına nokta koymuş gibi görünüyor.

        Hâlâ süper güç olma hüviyetini koruyan ABD’nin başkanının etrafındaki adamlara ve ruhani danışmanlarına bakmak bile “İşler ne ara bu hale geldi?” Sorusunu önemli hale getiriyor. Ama süreci takip edenler için bu işler hiç şaşırtıcı değil.

        Dünyanın Müslüman tarafında işler inanç, öfke, tepki ve dönüşümle harmanlanırken, diğer tarafının artan mülteci akınları ve ‘din’ merkezli hareketliliklerden etkilenmemesi beklenemezdi.

        HERKESİN MESİHİ OLMAK

        Peki bu yükselmeler dalgalanmalar nereye varacak?

        Hiçbir ümmet yekdiğerinin kurtulamayacağını düşünürken, sadece kendisinin mutlak doğru ve iyi olduğuna inanırken toptan bir ‘kurtuluş’ mümkün mü?

        Samuel Huntington’un tezlerine doğru savrulup kültür savaşını göze almaktan ya da “Herkes kendi evine/dinine/kültür havzasına kapanacak” yolundan başka bir çıkış var mı?

        “İnsanlık dümeni kırılmış bir gemidir artık. Bana tutunun” diye yola çıkan ‘Al Masih’e göre var.

        Çok tartışılan Netflix dizisi “Messiah” aslına bu soruya üçüncü bir yol önermek için yapılmış olduğu izlenimini veriyor.

        Dizi Ernset Renan’ın “Ulus bir hissiyattır” sözünü birkaç düzey ileri taşıyarak şunu tartışıyor: “Aslında ümmet de, dini bir topluluğa ait olmayı gerektiren durumlar da bir hissiyattır. Hayalidir. Pekala bütün semavi dinlerin ümmetleri tek bir halk olabilir. Olamaz mı?”

        Bütün dinlere mensup ama hiçbir dine tabi olmayan ‘Al Masih’ karakteri nezdinde semavi dinlerin ümmetlerine doğru usuldan kapı arasından söylenen şey, Hristiyan, Müslüman ve Yahudilerin çaresizliklerinin, acılarının ve umutlarının çok benzer olduğu ve eğer bir mesih /mehdi gelecekse hepsini ‘Allah’, ‘ahlak’ ve ‘barış’ temasında birleştirmek için geleceği. Bu fikir de böyle bir projeye imza atanlar için çok şaşırtıcı değil. Dizinin yapımcılarının, her dinin mü’minleri kurtarıcı beklediğine göre, eğer bir mesih gelseydi bütün semavi dinlerin takipçilerine hitap edecek bir karakter olurdu gibi bir varsayımda bulunmalarında bir tuhaflık yok. Dolayısıyla burada büyük kötücül bir oyun vehmetmek de gereksiz.

        BİR GÜVENLİK SORUNU OLARAK ‘MESİH’

        Evet, ‘Mesih’, ya da bazı hadislerde bahsi geçen ama İslam için ‘olmazsa olmaz da olmayan’ ‘Mehdi’; semavi dinlerin hepsinde beklenen kurtarıcıya tekabül ediyor.

        Beklenen kurtarıcının dizideki versiyonu, semavi dinlerin yani Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’ın ortak noktalarından hareketle ülkeler, devletler ve halklar arasındaki yapay sınırları kaldıran, egemenliğin sadece Allah’ta olduğu vurgusunu hatırlatan, dünyanın ‘tek bir halktan oluştuğunu’ vurgulayan bir barış mesajını yaymaya çalışıyor.

        Suriyelileri IŞİD’e karşı uyarıyor, Filistinlileri Şam’dan çıkarıyor, İsrail sınırına bırakıyor, Kudüs’te tutuklanıyor, kurtuluyor, pasaportsuz ve izinsiz ABD eyaletlerinde boy gösteriyor. Yine tutuklanıyor. Yeniden kurtuluyor ve bu arada sistem ve statükoların sınırlarına karşı pasifist bir eylemsellikle sürekli müdahalede bulunduğu için hem tepki çekiyor hem de ‘follower’ları oluşuyor. Müslüman sempatizanları ona Al Masîh diyorlar. Müslümanlar Müslüman olduğunu, Hristiyanlar Hristiyan olduğunu, Yahudiler ise ‘İsrail için güvenlik sorunu’ olduğunu düşünüyorlar.

        Al Masih, tıpkı dizinin Türkiye’deki ve İslam dünyasındaki izleyicileri gibi dizi içinde de barış diyerek ‘bölüyor’. Egemenleri ve mütehakkim toplumları avantajlarının sadece şans ve kader olduğunu, kaderin üzerinde duran Allah’ın muradına uygun davranmaları gerektiğini söyleyerek kızdırıyor. Müslümanları ise skinny jeans giydiği, sohbet halkasındaki mollayı “Burada neden kadın yok?” diye haşladığı için kızdırıyor. Namaz kılmak yerine meditasyon yaptığı ortaya çıktığında sarf ettiği “Herkesle yürürüm” ifadesiyle Amerikalıları bile çileden çıkarıyor.

        Kâh Kur’an’dan, kâh İncil’den ayetler okuyan ama namaz kılmayan bir Mesih/Mehdi profili, açık söyleyeyim elbette bizi bozar.

        Ama pardon, dizi zaten bize yapılmamış.

        Dolayısıyla 21.yy.’a bir Mesih/Mehdi gelse “Bağcılar Kardelen Pastanesinde zuhur eder ve müridleriyle sahlep içer sonra beraber Yatsı’yı kılmak için Başakşehir Sarı Saltuk Camiine intikal ederlerdi, olmamış” diye eşelenmenin lüzumu yok.

        İyi tarafından bakın, adam bütün sezon boyunca lisanı hal ile “Dünya beşten büyüktür” dedi, daha ne yapsın?

        Latife bir yana.

        “İnsanlık dümeni kırılmış bir gemidir artık. Bana tutunun” sözünün gücü beni tüm sezon boyunca peşinden sürükledi.

        Müslümanlar arasındaki mehdi umudunun ateşli bir taraftarı olmadım hiç. Ama bu dizi sayesinde bu beklentinin neden sürükleyici olduğunu anlama şansı buldum.

        Bulutların arasından buhurdanlıkların içinden değil, Nike eşofmanıyla aramızdan biri olarak çıkagelen Mehdi/Mesih fikri çok çarpıcı ve düşündürücüydü.

        “PARDON AMA SUDA YÜRÜMEK ÇOK KLİŞE DEĞİL Mİ?”

        Dizinin son bölümün sonuna kadar Al Masih karakterinin şarlatan mı gerçek mi olduğu şüphesini diri tutmasında geçmiş bütün peygamberlerin ve onlara ‘yalancı’ iftirasını atanların sınavı vardı.

        Al Masih karakterinin karşısına geçip bilmiş bilmiş dudak büken ve “Tanrına söyle…” diye başlayan cümleler kuranların bütün davranışlarında ‘Darünnedve’nin kibri birikmişti.

        Diziden etkilendim. Çünkü mehdi /mesih gelseydi ve dünyanın tek bir halktan oluştuğunu ulusların devletlerin etnik köken ve sınıf farklılıklarının ülkeleri ayıran sınırların gerçek olmadığını söyleseydi ve bir mesihin göreceği ilgiyi de görseydi başına gelecek tek şey ‘güvenlik sorunu’ olmak olurdu.

        Öncelikle Rusya’nın oyunu muamelesi görürdü.

        CIA takibe alır, FBI enselemeye çalışır, MOSSAD defterini dürmeye azmeder, Beyaz Saray bir kumpasla uçağını düşürtürdü.

        Medya bir bit yeniği, bir yalan dolan bulma peşine düşerdi.

        Tıpkı dizide olduğu gibi, radikaller yeterince Müslüman bulmaz, Hristiyanlar o müthiş ve saçma sapan özgüvenleriyle mesihse Hristiyan’dır Hristiyan’sa sözüne güvenilebilir derlerdi. Yahudiler inanmakla nefret etmek arasında gider gelir, ateistler bilumum bilim tapınağı zangocu ise Mesih’i su üzerinde yürürken gördüklerinde bile, (tıpkı dizideki gibi) “Su üzerinde yürümek çok klişe değil mi?” derlerdi.

        Mesih/ mehdi gelseydi gökten zembille inmezdi. Kusurlu ve büyük olasılıkla yoksul ve bölünmüş bir aileden çıkardı.

        21 yy’a gelen bir mesih kendisine görev tevdii edildiğini anladığında ve kendisinde bazı gariplikler keşfettiğinde ilk iş elbette psikiyatra giderdi . “Gerçekten ilahi bir görev için seçildiğini anladığı” fikrinde ne kadar samimi olursa, o kadar hızlı rapor verilir, kapatıldığı klinikte o kadar uzun kalırdı.

        Mesih /mehdi gelse elbette Ortadoğu’dan yükselir ama sonra gücün merkezine ABD’ye gider, orada fark yaratmaya çalışırdı. Sorunun kaynağına yani ABD’ye inmesi gerektiğini bilmeyen Mesih’e Mesih denir mi?

        Hegemonyayı sarstığı için oluşan boşlukta aynen dizide olduğu gibi küçük orta ölçekli kaos tablosu oluşur, ‘barış’ dediği halde kaostan sorumlu tutulurdu.

        Yeni bir mızraklı ilmihal yazdırmakla değil, Noam Chomsky’ye ilham vermekle ilgilenirdi.

        Onu kendine isteyen onun sırtına yapışıp yükselmek isteyen muhterisler ve dünya yansa hani benim statükom derdinde olanlar ondan hiçbir şey alamadıkları gibi var olan azıcık inançlarını da kaybederlerdi.

        Hep kötü seçimler yapmış hatta zalimlik etmiş ama tövbe ihtiyacı içinde olanlar ise onun mesajından umulandan çok daha fazla etkilenirlerdi.

        Çadırda da yaşar, gözaltında da huzurlu olur ama lüks otelde kalmaya da itiraz etmezdi. Niye etsin? Bizim gibi her bulduğu avantaja esir olan, her gördüğü eziyette kendini kaybeden bir ezik olacak değil ya?

        Acı ama gerçek. Mehdi ya da Mesih, sahiden gelecek olsa, şişkolardan bir şişko olarak tecessüm etmezdi emin olun. Az yer, fit görünür çünkü spor yapardı sanırım. Niye yapmasın, bizim gibi tembel olacak değil ya?

        Sosyal medyada linç yerdi sonra.

        Konvansiyonel medyada ipliğini pazara çıkarmaya çalışanlar yarış üzerine yarış verirdi.

        İnsanlık bir kez daha, ilahi mesaja hazır olmadığını bütün şirretliğiyle kayda geçerdi.

        Dünya bir kez daha kendisini ve Rabbini bilme konusundaki yeteneklerini reddeden lanetli kalabalıklar arasındaki bir avuç sağlam mü’min sayesinde hayatta kalır, kosmosta bir toplu iğne başına denk gelecek ölçekte minicik bir bin yıl daha kazanırdı.

        Mesih /Mehdi gelecek mi, gelse neye benzerdi elbette bilemeyiz.

        Ama eğer gelecekse, ona şimdiden üzülebiliriz.

        Diğer Yazılar