Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Türkiye bunu ilk kez yaşıyor. İlk kez bir başörtülü kadın, başsavcı oluyor. Daha önce Nazilli savcılığında görev yapan Tuba Ersöz, Konya Beyşehir Başsavcısı oldu. Tebrik ediyor, başarılar diliyorum.

        Ve gözlemliyorum: Ne aman aman haber oldu ne öyle acayip toz kaldırdı.

        Bu bir bakıma iyi. Çünkü meselenin ‘kısmen’ normalleştiğine delalet ediyor.

        Böyle bir şey, bundan on yıl önce, hayal bile edilemezdi.

        Bırakın savcıyı, hakimi, başörtülü kadınların avukat olup olamayacakları bile tartışılıyordu.

        Bütün bu önyargılı tartışmalardan sebep, başını örtmek suretiyle dinine bağlılığını teyit etmiş bir kadının kamu hizmetini yaparken eşitlik ilkesine göre hizmet veremeyeceği varsayımıydı. Bu varsayım başını örtmese de benzer bir kimliği taşıyan ve kamu hizmeti veren erkekleri avantajlı duruma getiriyor ve başka bir eşitsizliğe neden oluyordu ama bu eşitsizlik ancak çok sınırlı sayıda seküler entelektüelin dert ettiği bir durumdu.

        Anketlerden %70 oranında “Ne manasız bir yasak” sonucu çıkmasına rağmen, başörtülüler üniversitelere giremedi yıllarca. AK Parti’nin sorunu çözme girişimi ise laikliğe aykırı fiillerin odağı olmak gerekçesiyle kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmesi sonucunu doğurdu.

        Anlı şanlı düşünce insanlarımız, liberallerimiz, demokratlarımız arasında bile “Elbette üniversitelere kabul edilmeliler, eğitim hakkı anayasal güvence altında olan bir haktır, engellenemez. Ancak kamu görevi icra edemezler, hakim savcı olamazlar” diyenler, bunu yıllarca söylediler. Bir kesim devlet memuru olamazlar ama ayrıca milletvekili de olamazlar diyerek el yükseltiyordu. Hiç unutmam bir keresinde bir TV programında katılımcı konuk “Türbanlılar milletvekili de olamazlar, vekillik makamı siyasallaştırılamaz” gibi bir cümle sarf etti de, karşıt görüşte olan Nuray Mert “Vekilin görevi siyaset hanımefendi, Meclis de siyasal olanın yeri, Meclis çatısı altında siyaset yapılmasın filan diyorsanız size hayatta başarılar diliyoruz” deyince, yasakçı laikçilik ekolünden gelen katılımcı hanım bitimsiz bir kekemelik döngüsüne sıkışmıştı.

        REKLAM

        Türkiye kadınlarının en az %60’ı başörtülü iken -bazı araştırmalar %70 bazıları %60 gösteriyordu- hangi gafil başörtüsünü ‘siyasi sembol’ olarak tarif edebilir diyeceksiniz değil mi? Bundan sadece on- on beş yıl önce öyleydi maalesef; bugün ekranlardan Müslümanlara Müslümanlık, millilik filan öğretmeye kalkışan 28 Şubatçı agnostikler de dahil olmak üzere sistemin dayattığı analiz buydu: “Yemeni değil, tülbent değil ipek ya da sentetik olduğuna göre; şalvarın üzerine değil, şehirli kadınların kullandığı Fransızca kökenli ‘pardesü’ üzerine takılıyor olduğuna göre, demek ki başörtüsü değil! Bunun adı ‘türban’. Demek ki masum değil, siyasi sembol”

        Başörtülü kadınlar, kendisini Kemalist olarak tarif edenlerin bu denli sığ akıl yürütmeleriyle mücadele ederek, yanlarında sadece bir avuç kadın ve erkek olduğu halde bugünlere ulaştı. Taleplerini taşıyan bir parti ve lider çıkana kadar vazgeçmediler. Yolda elbette nefesi yetmeyenler, vazgeçenler oldu, ancak onlar arasında dahi bu anlamsız yasakların kalkmasını isteyenler çoğunluktaydı. Erdoğan da verdiği sözü tuttu; yasal güvenceye bağlamadı ama idari kararlarla fiiliyatı değiştirdi. 18 yıllık iktidarı boyunca kadınlar tarafından desteklenmesinde bu durumun katkısı olduğu muhakkak.

        Ancak girişte bahsettiğim gibi bu hâlâ, ‘kısmen’ yaşanan bir normalleşme.

        TAMAMEN NORMALLEŞTİ DİYEMEYİZ

        Hâlâ tam ve hakiki bir normalleşmeden bahsedemeyiz.

        Çünkü:

        1) Özel hastaneleri sağlık sektörünü ayrı tutarsak hâlâ özel sektörde bazı firmalar, başörtüsü ayrımcılığını gizli gizli sürdürüyor. Dün başörtülüler kamusal alana giremiyordu. Yakında tamamen kamusal alana sıkışabilirler.

        2) “Başörtülü kadınların tek bir ideolojik aidiyeti ve siyasi görüşü olabilir” dayatmasının tekeli de tüm bu olup bitenlerden sonra AK Parti’ye geçti. Erkekler AK Partili olmasalar bile çok uç noktada olmadıkları sürece AK Parti’nin hükümet ettiği devlet kadrolarında, yarı özerk kurumlarda, medyada da çalışabilir, tutunabilir, görünür olabilir. Ancak, başörtülü iseniz söz konusu statülere gelebilmek ya da daha önce yaptığınız işi sürdürmek için AK Parti’yi desteklemekten ve hızlı Reisçi olmaktan başka bir seçeneğin uygun görülmediğini er ya da geç anlarsınız.

        REKLAM

        Yani görünürdeki zafer hikayesinin arkasında hezimete dair başka bir manzume de var.

        80’li, 90’lı yıllarda ve 2000’lerin başında, “Başörtüsü siyasal semboldür, bir partiye, bir siyasi görüşe, bir ideolojiye aidiyeti göstergesidir” yargısına “Hayır, bu hakikati anlatmıyor. Bu ülkenin kadınlarının en az %60’ı başörtülü ve bu kadar geniş ve kalabalık bir topluluğu tek bir görüşün, tek bir siyasi pozisyonun çatısı altına sokup, bunların hepsi aynıdır diyemezsiniz” denilebiliyordu ve haklı da olunuyordu. Bugün başörtülü kadınlar, nihayet 1. Sınıf Türkiye Vatandaşlarının sahip olduğu haklara erişebiliyor, ancak belli bazı konularda Cumhur İttifakı’nı oluşturan partilerin her gün değişen fikirlerine değil de kendi fikirlerine sadık kalmayı seçiyorlarsa eğer, gayet ağır hakaretlere uğruyor, muzaffer kalabalıklar içinde yalnızlığa mahkum oluyorlar. Mahalle lincine maruz kalarak sessizleştiriliyorlar.

        Tanınmış bir başörtülü kanaat önderi, yazar, yorumcu iseniz durum daha da kötü.

        YA HALKADA BİR REHİN YA TİMSAH HAVUZUNDA AV

        Hemen bir örnek vereyim.

        Yaklaşık bir hafta kadar önce “Ayasofya cami statüsüne geçer ve ‘suret yasağı’ gerekçe gösterilerek içindeki mozaik ve freskleri sıva ile kapatırsanız yarın Ayasofya gibi birden fazla dinin müntesiplerinin anlam yüklediği Mescidi Aksa’ya yapılan fiili müdahalelere karşı çıkmanız zorlaşır” mealinde bir yazı yazdım diye inanılmaz ithamlara maruz kaldım misal.

        Ne kadar agnostik ve aldığı alkolün demi hâlâ kafasında tip varsa iktidarın talep ettiğine yaraşır bir sahne alabilmek için öne atıldı. Sebep ya cahil cesaretleriydi ya psikiyatrik durumları, bilemem ve zaten bahse değer değiller, ucuz milliyetçilik showlarına alıştık. Ancak camiaya “Osmanlı tarihi öğretiyorum” adı altında, geleneksel İslam övgüsü kılıfında tekfircilik pompalayan; İstiklal şairi Mehmet Akif Ersoy’dan eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’e kadar tekfir etmediği kimse kalmamış, kadın düşmanı, ‘Şimşir’ kafalı bir profesör müsveddesinin ‘Yahudilere yol göstermek’ gibi tıynetsiz ithamlarla güya bana haddimi bildirmeye kalkması tam olarak konumuza tekabül ediyor.

        REKLAM

        Oysa namaz kılınacak ortamın sıhhatiyle ilgili fıkıh hükümlerinin Ayasofya’ya uygulanmasının yaratabileceği sonuçları ilk hatırlatan bendim ve Diyanet İşleri Başkanlığı o açıklamayı benim yazım nedeniyle yaptı. Özetle, “Suret yasağına riayetin farz olmadığını, bu yasağa uymamanın haram değil sadece mekruh olduğunu, kaldı ki Ayasofya’nın sanat ve kültür değerine zarar vermeyen bir regülasyonun mümkün olduğunu ve o yolların tercih edilebileceğini” söyleyip durumu aydınlattı.

        Demek ki hatırlatmam gayet yerinde idi. Bu yerindeliğin tebrikle değil, tahkirle karşılaşmasının ise tek nedeni vardı: Cumhurun, fikir ve düşünce özgürlüğü üzerindeki hegemonyasına aldırmadan kendi fikrini yazabilme cüretini göstermiş bir ‘başörtülü’ olmam. Yanlış anlaşılmasın, bunu yazmamın nedeni tebrik taltif beklentisi içinde olmam değil. Eşitsizliğin pek çok segmentte ve daha ince devam ettiğini gösteren yüzlerce tecrübeden biri olması.

        Dün başörtülü kadınlar laiklik ilkesini zedelediklerini iddia eden militer vesayetçi kafalar tarafından kategorize ediliyor, sınırlandırılıyor ve haklarından mahrum bırakılıyordu.

        Bugün haklarını iade edenler tarafından kategorize ediliyor ve ‘çoğunluğu’ temsil iddiasındaki ittifak oluşumunun politik görüşlerine ‘otomatik’ biat vazifesiyle sınırlandırılıyor, sınır aşımı halinde dışlanacakları, üstelik gidecek bir yerlerinin de olmadığı mesajlarıyla istim üzerinde tutuluyorlar. Muhalefetin tabanının başörtülü vekillere, memurlara, medya mensuplarına hakaret etmek için fırsat kollaması da iktidar profilinin zımnen verdiği mesajı kuvvetlendiriyor.

        Seçenek olarak sunulmayan ama denenebilirliği olan bir yol, direnme, aldırmama, ayakta kalmaya çalışma yolu. Ancak inatçıların ve içinde sürdürülebilir/yenilenebilir azim kaynakları bulunanların yolu bu, herkese salık verilecek bir tutum değil. Tam da bu nedenle, bugün başörtülülerden savcı, hakim, vekil, bakan çıkarken, dün yasaklarla mücadele için meydanlarda cop yemiş başörtülü kadınlar arasından bile yavaşça sessizce açılanlar, başörtülerini çıkaranları oluyor. Bunu bir itikat zayıflığı olarak görmekle beraber, anlamazlık edemiyorum, gerekçelerinin zorlayıcılığını görmezden gelemiyorum.

        Diğer Yazılar