Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Bugün, biraz da ‘pazar’ olduğu için, uzun bir zamandır yazsam mı, yazmasam mı diye içimde çevirip durduğum bir Nefflix dizisinden bahsedeceğim.

        Adı Midnight Mass. Türkçe ayarlara sahip olanlar için: Geceyarısı Ayini.

        Bir diziyi iki kez izlemek gizli işsizlik belirtisidir. Ama bu yapım için bu önkabul geçerli değil.

        Zira, insanı allak bullak eden, uzun diyaloglarından mekan kurgusuna, karakterleri inceleme tarzından, inanç konusuna el atma şekline varana kadar her zerresi ‘düşünen’ bir yapım. Kalbimin alt uç köşesi soğuk soğuk terledi diyeyim...

        Beklentiniz yükselmesin tabii. Birçok kişiye uzun ve sıkıcı gelebilir.

        Bu sahte "Saygı duyarım" ifadesinden sonra hakiki duygumu diyeyim: Bu diziyi sıkıcı bulanlarla, meselesini anlamayanlarla hiçbir ortak paydam olamaz. Kriter gibi kriter.

        Mike Flanagan imzalı Haunting serisinden The Haunting of Hill House (Tepedeki Ev) ve The Haunting of Bly Manor (Bly Malikanesi)’ni izlemiştim. Flanagan için ’korku’ ögesinin yakada duran küçük bir rozetten ibaret olduğunu biliyoruz. O parlak rozetten gözünü ayırdığınızda aile bağları var, aşk var, ölüm ve yas farkındalığı ya da yas tutma beceriksizliği var, ikinci bir şansı kovalama yolunda feda edilenler var, obsesyon var, travma var; insanın kendini kandırma yeteneği üzerine son derece derin soruları ‘çalışan’ bir drama ustası var.

        REKLAM

        Ancak Midnight Mass / Geceyarısı Ayin’i benim için diğerlerinden farklı oldu. Bunun bir nedeni 7 bölümlük mini dizinin ‘maneviyat’ odağının daha belirgin olması ve "Cehennemmin yolları iyi niyet taşlarıyla döşelidir" sözünün tam karşılığı olmasıydı.

        Ama, hayır bu kadar basit değil.

        Bütün semavi dinlerin feylesoflarının tartıştığı ‘kötülük ve theodise’ meselesine çok ama çok garip, farklı bir yerden bakabilmesiydi.

        Hristiyanlığın metinlerinin demonic (şeytani, uğursuz) mitlerle kardeş, birbirlerine omuz verecek denli içiçe geçmiş olabileceği ihtimaline dair tokat etkisi yapan sorular sorabilmesiydi.

        İşin doğrusu semavi dinlerden birinin eleştirisi, genellikle bütün dinlerin eleştirisidir. Ancak inançlıların dünyasında sadece teslimiyet ve muhafaza etme dürtüsü yoktur. Kavga ve didikleme olmadan iman çeliklenmez.

        Kaldı ki, Yaratıcının mahiyetini kavrama çabası varoluşun mahiyetini anlama yolculuğundan ayrılabilir değildir. Böyle baktığım için de inanç konusunda samimi bir derinliği olan yapımlara, dünya görüşümle yüzde kaç örtüştüğüne bakmaksızın ilgi duyarım.

        O halde bakalım. Yolumuz uzun.

        “İŞTE ŞİMDİ İNANMAK İÇİN SOMUT BİR NEDENİMİZ VAR”

        Hikayemiz alkollü araç kullanırken bir kadının ölümüne sebep olan ve cezasını yatıp çıkarken inancını da kaybeden Riley’in aile ocağı Crockett Ada’sına geri dönmesiyle başlar.

        Fakir kasabanın ahalisi kaybolmuş bir halk gibidir. Cansız, hasta ve solgun.

        Aynı gün adaya, St.Patrick kilisenine yeni atandığını iddia eden 40 yaşlarında bir rahip gelir.

        REKLAM

        Anlattığına bakılırsa, Kudüs yolculuğuna çıkan yaşlı ve Alzeihmer hastası monsenyör Pruitt dönüş yolunda daha da hastalanmış, ana karada hastaneye yatırılmıştır ve yerine Paul Hill adlı rahibi göndermiştir.

        İşin ilginç tarafı yeni rahip herkesi tanır, ihtiyaçlarını bilir, anlayışlı ve insancıl tarafıyla kısa sürede sevilir; derken adada bir mucize salgını yaşanmasına neden olur.

        Kediler ölmekte, kimsenin ilgilenmediği kişiler ortadan kaybolmaktadır ama iyi şeyler daha hızlı yayılır. Küçük yaşta kötürüm kalmış kızcağız yürür, yatalak bir kadın kısa sürede eski sağlığına kavuşur, beli bükülen düzelir, gözlükler mazide kalır.

        Ahali dinine sıkı sıkıya bağlanır, kilise dolup taşar. İsa’nın kaybolmuş kuzucukları yeniden yoldadır. Hristiyan olmayanlar bile ayinlere katılmak ister. Riley’nin annesi oğluna der ki, bak artık inanmak için kanıt aramaya ihtiyaç yok. Tanrı nihayet burada.

        Bir pazar günü İsa’nın son yemeğini temsil eden komünyondan sonra rahip bu seremoniye bambaşka gözle bakılmasını rica eder.

        “Bu benim kanımdır” denilerek içilen şarabın, ve “Bu da etimdir” cümlesiyle verilen ekmeğin ‘mecaz’ olmayabileceğini hiç düşündünüz mü?

        Peki ya ‘yeniden doğuş’, öteki dünya için değil tam olarak bu dünya için söyleniyorsa?

        Hatta cennetin krallığını dünyada da kurmak, tam olarak böyle bir şey ise?

        REKLAM

        Dünyada ölüp, dünyada dirilmekten bahsedilmişse?

        Crockett Adası’na gelen canlılığın rahmani bir hediye olmayabileceği kuşkusu 3. bölüm itibariyle en önemli soru işareti olur böylece.

        Nitekim, kasabanın Müslüman şerifi Hassan’a göre, “Allah böyle çalışmaz”. Bir bit yeniği vardır.

        Ama ‘rahipten çok rahipçi’ yarı yarıya politikacı kilise çalışanı Beverly Keane soru sorulmasına izin vermez, şüphe duyanları tekfir eder.

        Gerçekleşen mucizeleri kişisel iktidar alanını genişetmek için kullanmakta ve insanları kilise iktidarının çatısı altında birleştirmeye girişmekte hiç sakınca görmez.

        Olan bitenden şüphelenen sadece Müslüman olduğunu bildiğimiz namazlı niyazlı şerif değildir, ateist Riley ve kasabanın doktoru da mucizelerin arkasında ne olduğuna dair ikna edici bir sebep aramaya devam eder.

        Buradan sonrası daha ağır spoiler içeriyor.

        Dileyen şimdi ayrılsın, diziyi izledikten sonra tekrar gelsin. (Beni bozmaz konusunu bildiğim yapımları da severek izlerim diyen, kalsın.)

        Devam…

        Mucize vardır, kasaba düpedüz doğaüstü bir gücün etkisi altındadır.

        Ama poposundan gökkuşağı üfüren göz kamaştırıcı bir Unicorn söz konusu değildir maalesef.

        Bilakis.

        REKLAM

        Olayların açımlanmasına rahibin kendi kendine günah çıkarması eşlik eder.

        “Affet Tanrım, yalan söyledim” diye yakarmaktadır.

        Keşke sadece yalan olsaydı.

        BÜYÜK ALDANIŞ

        Gerçek şudur ki kasabanın yeni rahibi ölmeden önce bir kez Kudüs’ü görmek için yola çıkan yaşlı monsenyör Pruitt’ten başkası değildir.

        Monsenyör Kudüs haccı sırasında yolunu kaybetmiş, çöle doğru yürüyüp kaybolmuş ve kum fırtınası başlayınca da eski bir mağaraya sığınmıştır.

        O karanlık dehlizde bir iblis (vampir?) ile karşılaşır.

        İblis, Monsenyöre saldırıp geri çekildiğinde, mağaraya süzülen ışığın önünde geniş ve görkemli kanatlarıyla Monsenyöre ‘melek’ gibi görünür.

        ‘Meleğin’ görüntüsündeki korkunçluğu da Eski Ahit’te melekle karşılaşan peygamberlere hep ‘korkma’ diye seslenildiğini anlatan ayetler üzerinden hayra yorar.

        Eski Ahit melekleri pofuduk şirin varlıklar olarak tasvir etmemektedir.

        En çarpıcı olan ise, kan emici karanlık varlığın kendisine ‘melek’ olarak seslenen ve ta’zim edip katıksız bir imanla teslim olan ihtiyardan etkilenmesidir.

        Onun hürmetine karşılık iblis de lütfeder ve onu dönüştürür. Kendi kanını içirerek, karanlığıyla takdis eder bir nevi.

        Monsenyör kendi gerçekliğinin en iyi versiyonunda, 40 yaşında sağlıklı bir adam olarak ‘yeniden doğar’.

        REKLAM

        İblisin/vampirin karizması, nasıl rahibin onu ‘melek’ gibi algılamasına yol açtıysa, yeniden hayata dönmesi de İncil’deki bölümlerden birinin başlığıyla senkronizedir: Yeniden Doğuş. Resurrection.

        Kanatlar. “İşte bu benim kanım…” diyen İsa Lazarus’u dirilten İsa… Kurtuluş ve ‘ölümsüzlük’ vaadi kutsal kitabın… Sonuçta bu da bir ‘mucize’ değil mi? Evet evet öyle. Lazarus’tan bahsetmiştim değil mi?

        Büyük ‘yanlış anlamalar’ ve ‘kendini kandırmalar’ zincirinin ilk halkaları tamam olmuştur.

        Çünkü olayları, ancak bakışaçımızın izin verdiği ölçüde analiz edebiliriz. Hakikat ile ilişkimiz; eğitimimizin, ruh halimizin, yoksunluklarımızın, tahammülümüzün, takıntı ve çıkmazlarımızın eşikleri ile sınırlıdır.

        Dervişin fikri neyse zikri odur.

        Monsenyöra göre o bir ‘melek’tir ve gücü Tanrı’nın kudretinin yansımasıdır.

        O ‘meleği’ alıp kasabasına dönmek iyi bir fikir gibi görünür rahibe.

        Tanrı’nın adının kayıplara karıştığı mucizesiz bir çağda ‘birazcık çarptma ve ittirme ile de olsa’ inancı yeniden diriltmek ve kitabın vaadini hayatın içine almak… Neden olmasın?

        Rahip, dinin düzgün yaşanmış ve imanla son bulmuş bir ömürden sonra kutsanmış ölümsüzlüğünü, şeytanın (vampirizm kültünün) vaadettiği lanetli ölümsüzlükle karıştırıp ‘combo yapan’ zihni tarafından trollenmiştir.

        REKLAM

        Ama adil olalım. Kutsal metinler ve komünyon seremonisi, “Rabbin Sofrası” denilen yerde şarabın İsa’nın kanını temsilen sunulması da fazlaca kolaylaştırmıştır trollenişi.

        Faust-Mephisto uzlaşısının ‘hayırlı bir iş için’ olan versiyonunu gerçekleştirdiklerini anlarız. Beraber Crockett Adasına gelirler.

        “İSA’NIN KUZUCUKLARI”

        Kasaba kısa sürede canlanışını, kilisenin dolup taşması izler.

        İşin en etkileyici yanı, Monsenyör Pruitt’in yeni adıyla rahip Paul Hill’in başından sonuna kadar samimi ve iyi niyetli olmasıdır. Ancak Beverly Keane’in, bu mucize açılımını kilise lehine politize emekteki ısrarı nedeniyle, işler bay yarasa kanatlı ve çok heybetli ‘meleğe’(!) cübbe giydirip cemaatle tanıştırmaya kadar varır.

        Ancak Riley’nin ilk gençlik aşkı Erin, Şerif Hassan, doktor ve annesinin ‘yeniden doğmaya’ itiraz etmesiyle hadise başka bir yöne evrilir. Kaos ve katliam başlar. İnançlılardan oluşan ‘yeniden doğanlar’ daha az inançlı ahaliye saldırıp onları dönüşürerek ‘ilahi mesajı’ yayarlar.

        “Cennetin Krallığını yeryüzüne indirmek”ten tutun, İsa’nın ‘ölümsüzlük müjdesinin azametine muhatap olabilme şerefi’nden çıkın, ilahi pasajların havada uçuştuğu bir gecede ‘ölmeden önce ölüp’ ‘yeniden doğarak’ komşusunun gırtlağına yapışan halk ‘kurtuluş’ için oluk oluk kan akıtır .

        REKLAM

        Beverly’nin ise her çarpık duruma uygun bir kıssası, her vahşete uygun bir ayeti vardır. Ağzı kan çanağında dönmüş bir halde, kah ‘Resullerin İşleri’nden okur, kâh Korintliler’den bildirir. Fanatik Bev’in kitle manuplasyonu ile, ilk lojistik sıkıntı belirdiği an, kiliseye sık gelenler ile az gelenler arasında hiyerarşi oluşması, dev bir sahnedir.

        Rahip bir noktada, nasıl bir rezalete sebep olduğunun farkındalığı ile donakalır. Böyle olmayacaktı. Olmamalıydı.

        Her şey nasıl böyle çığrından çıktı?

        "Haydi gelin Monsenyör, kuzucuklarınıza liderlik edin” çağrısına verdiği karşılık insanları ve kendisi için istediği ‘ikinci şans’ı fazla zorlayarak haddini aşmış ve nefsi tarafından ‘kandırılmış’ bir gafilin geç aydınlanmasını bütün naifliğiyle ortaya koyar: “Ne kuzusu? Görmüyor musunuz? Kurt biziz”.

        KİLİSEDEN MEPHİSTO’YA, 11 EYLÜL’DEN İBN-İ ARABİ’ YE…

        Dizi ilk üç bölümü izleyip havlu atan izleyiciye Hristiyanlık propagandası gibi gelebilir. Oysa tam tersi, ağır bir İsrailiyat infazı söz konusudur.

        Sadece siyasi boyutla ilgilenen seküler biri, meseleyi ‘laikliğin önemi’ başlıklı bir hikaye gibi algılayabilir.

        Doğru, bir yönüyle müesses dini yapıların müjde ve mesaj iletimi üzerindeki tekellerinin nasıl bir imtiyaz ve iktidar talebi içerdiğini, akıl ve vicdanı devreden çıkaran ‘sadakat ve itaat' testleriyle ne tür toplu histeriler yaşanabileceğini anlatan müthis bir hikayedir bu.

        Ama manevi konularda derinleşmiş, tasavvufla, sufizmle bir parça teşriki mesaisi olmuş insanlara çok daha fazlasını söylüyor bu yedi bölümlük yapıt.

        Çünkü dizide 11 Eylül’den sonra başına gelmeyen kalmamış ve sırf iyi bir Müslüman olduğu için yolu bu adaya düşene dek takibata uğramış polis şerifi Hasan’ın sergilediği duruşa her adımda gösterilen saygı var. Güneş kendini gösterir ve ‘yeniden doğanlar’ ışıkla alev alırken, silahla yaralanmış Hasan’ın son namazını kıldığı sahne, beyazperdede gördüğüm en etkili sahnelerden.

        REKLAM

        Ayrıca ve en önemlisi, dizide Erin Green diye bir karakter var.

        Amerika’yı dolaşıp, anne nefretiyle mühürlediği kasabasına doğum yapmak için geri dönmek zorunda kalan Erin’in kiliseye devam etmekle beraber daha ‘derûni’ daha ‘bağımsız’ bir inanç felsefesi var.

        Finale damgasını vuran da Erin’in dünya-ahiret, neden varız, nereye gidiyoruz felsefesi oluyor. Flanagan’ın 7 bölümlük serisi düpedüz ‘vahdet-i vücut’ felsefesiyle son buluyor.

        Ölmek üzere olan Erin’in, “Ben yok, ‘kendim’ diye bir şey yok, bunu nasıl unuttuk? Sadece ‘birlik’ var, O’ndan geldik O’na dönüyoruz” mealindeki son uzun monologunda, aslında ‘ölüm’ diye bir şeyin de olmadığının hatları o kadar güzel çiziliyor ki, vaazsa vaaz, nutuksa nutuk, tek kelimeyle muhteşem.

        Bu kavrayış önemli.

        Bu kadar rezalete, bu denli sapkın bir kitlesel histeriye yol açan tek bir şey vardı çünkü.

        Ölüm korkusu.

        Yeterince iyi değerlendirilmemiş bir yaşamı geride bırakma duygusuna katlanamama.

        Ve dine de, ‘kurtuluş’ vaadinin içerdiği bilgelik yüzünden değil, aynı pakette gelen ‘ölümsüzlük’ gofreti yüzünden sarılma.

        Dini ölmeme arzusuna alet etmek.

        Dizi boyunca eskiden anneannemden duyduğum, ehl-i tarîkin alarm sistemi olan şu cümleleri hatırladım durdum.

        Mealen şöyleydi.

        Derviş kalbini nefsinin sultasından arındıramazsa, şeytandan gelen doğaüstü görüngüleri ve deneyimleri, Allah’tan gelen ikram zannederek sapkınlığa düşebilir. Mürşid, müridini bu konuda sürekli denetler ve uyarır. Ama daha fenası bazı durumlarda mürşidin aynı tehlikenin pençesine düşmesidir. Öyle bir durumda kendisi sapkınlaşmakla kalmaz, bağlılarını da peşinden sürükler, felaketlerine sebep olur.

        Diyeceğim o ki, İsa’nın son akşam yemeğini vampirizme, Faust-Mephisto pazarlığını hayırlı bir iş için köye şeytan getiren adamın tehlikeli saflığına, tasavvuf ehlini her an tetikte tutan feraseti, Eski Ahit’e, mucize kavramını ’hastalık’ ve ’salgın’a, 11 Eylül ‘den sonra her gün hakarete uğrayan Müslüman Amerikalıların travmasını İbni Arabi’ye teyelleyen bir ‘bağlam’ her gün karşımıza çıkmıyor.

        Diğer Yazılar