Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Sezen Aksu’nun olaylı şarkı sözü önce Milli Beka Hareketi’nin sonra birtakım muharrik din adamlarının hedefi oldu. Üzerine bir de yüksek profilli bir tehdide konu oldu. Hadise, Sezen’in naif ama güçlü bir şiiriyle sönümlenmiş gibi görünse de olayın serencamını ülkenin gidişatına ayna tutan boyutu itibariyle son derece üzücü buldum.

        Kutsallarımıza uzanan dilleri yeri geldiğinde koparırız gibi ifadelerin zikredilmesi nereden baksanız ürkütücü.

        Dahası kutsallarımızın kırmızı çizgisini ilk insandan çekmek bence hayli iddialı bir tutum.

        Zira bilim adamlarının büyük bir kısmının sahip olduğu agnostik perspektiften, dinler tarihinde rol icra etmiş nebiler ve resuller arasında yaşadığı inkar edilemeyen tek şahıs Hz. Muhammed (sav)dir. Bu cümlenin tersi, antropologların ve tarihçilerin Hz. Muhammed dışındaki nebi ve resullerin varlığını bile tartışmalı buldukları gerçeğidir.

        REKLAM

        İnançlı insanların esin kaynağı ve rol modeli olan peygamberler, inanmayan kişiler için hikaye karakteri ya da mit olarak görülür. Bu durumda hakaretin sınırı nerede başlar ?

        Bir antropolog ya da antik tarih uzmanı Hz. İsa diye birinin yaşamadığını iddia eden bir tez öne sürdüğünde “Yok saymak en büyük hakaret" denilerek benzer bir meydan okumanın nesnesi olacak mıdır? Olacak ise fikir ve ifade hürriyeti nasıl ve ne şekilde hayatta kalacak? Bunlar son derece karmaşık konular. En azından Milli Beka Hareketi gibi oluşumların peşine takılarak halledilecek mevzular değil.

        Söz konusu hadisenin ardından bir kadın gazeteci Cumhurbaşkanı'na hakaret ettiği için gözaltına alındı.

        Gözaltı tutuklama ile sonuçlanırken ilgili kadın gazetecinin mahremiyeti önce internet sitelerinden sonra bir ulusal kanaldan açıkça ihlal edildi.

        Mesele gündem değiştirme fırsatının bulunması ve fırsat bu fırsattır denilerek kullanılması mı?

        Bence değil.

        İktidar cephesinden gelen kültür savaşı hamleleri hemen öncesinde vuku bulan Enes Kara’nın trajedisine verilen 'muhalif' tepkiler ve bunların benzeri vakalarla karşılıklı olarak birbirini besleye besleye ilerleyecek gibi görünüyor.

        İktidar kültür savaşını, elinde tuttuğuna emin olduğu sosyolojinin saflarını sıklaştırmak için zaten elverişli bir imkan olarak görüyor.

        Muhalefetin içindeki bir grup/tabanındaki kitleler ise kazanmaktan ziyade haklı çıkmayı tercih ediyor gibi görünüyorlar ve her mazeretle sosyolojinin damarına basmayı tercihe şayan buluyorlar. İki laflarının bir başı ya ‘yargılanacaksınız’ ya ‘zihniyetinizi sileceğiz’…

        REKLAM

        Bir taraf dini/milli fanatizmi körüklemek isterken diğer taraf kendi laikçi/ulusalcı zemininden hatta bazen sosyalist ajandasından başka bir muhalif müştereklik, başka bir muhalif varoluş biçimi kabul etmiyor.

        Bana kalırsa dindarlar “Acaba neden tam da son birkaç yılda, yani egemenlerin güç temerküz ettirdiği ama yönetimsel zaafiyetler içine düştükleri bir dönemde dinimiz bu kadar sık ve kolay araçsallaştırılır oldu?” sorusunu sormalılar ve cevap aramalılar.

        Ki gün geçtikçe bu soruları soran dindarların sayısı artıyor.

        İktidara tam da dinin araçsallaştırılmasında yaşanan hudutsuzluklar nedeniyle mesafe almış hatta karşıt hale gelmiş yüzlerce insan biliyorum.

        Gelin görün ki muhalefetteki hava “Laikçi değilsin, ulusalcı da değilsin ve AK Parti’yi epey bir süre desteklemişsin, senden gelecek oy gelmez olsun” şeklinde olunca ya üçüncü bir yol olmalı diyen azınlık arasına katılıyorlar ya da bulundukları yeri terk etmekten vazgeçiyorlar.

        BAZI MUHALİF KANAAT ÖNDERLERİ İKTİDAR OLMADAN MUKTEDİR OLDU, ALAN TEMİZLİĞİNE BAŞLADI

        2017’de "Biraz vicdanınız varsa artık o pozisyonda durmazsınız" denilerek çağrıda bulunulan; cesur olmaları için teşvik edilen, 2018, 2019, 2020’de ise çok ‘kıymetli’ olan bağımsız ya da muhalif muhafazakarlar, 2021 sonlarına doğru sosyal medyada sürekli linç edilir hale geldiler.

        Bu süreci bizzat yaşadığım, sınırlarını test edecek girişimlerden de çekinmediğim için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, 2018-2019-2020 ile bugün arasındaki tek değişken muhalefetin ilk kez "kendi imkanlarıyla olduğunu sandığı" bir yerden kendisine iktidar umudu görmüş olması.

        REKLAM

        Umut muhalefetin tabanını ve kanat önderlerini hem hırçınlaştırdı hem aptallaştırdı.

        Doğru, Cumhur İttifakı anketlerde önceki yıllara oranla zayıf görünüyor.

        Ancak hep yazdığım üzere karşımızda artık hükümet kurmuş bir parti yok, hatta ittifak etmiş iki parti de yok, çok unsurlu bir blok var. Buna daha önce kartel rejimi demiştim. Daha hiçbir ‘muhalif’ bu nitelemeyi ana akım medyada yapma cesaretini göstermiş değil. (Tanım şu an Fransa'da yaşayan bir Kürt aydına, Hamit Bozarslan'a ait.)

        Söz konusu gerçeğin farkında olmayan muhalefet aldığı yakışıksız tutumu almaya devm ettiği sürece yaptığı tek şey, sosyolojiyi elinde tutan iktidara istediği gerilimi vermek olacak.

        Maalesef bu tutumla iktidarın yazdığı hikayedeki ‘anti kahraman’ rolünü üstleniyor, hikayenin iktidar blokunun dilediği ‘mutlu son’ ile bitmesini kolaylaştırıyorlar.

        Kılıçdaroğlu’nun ‘helalleşme’ çıkışına bile diş biliyorlar mesela. Cemaat tarikat tartışmasından uzak durmak istedi diye adama açık açık sövüyorlar.

        Sokağa çıkmaya sıcak bakmadı diye küfrediyorlar, sağcılaşmakla suçluyorlar.

        “Endişeli muhafazakarlar" olgusunu küçümsediler, küçümsemeye devam ediyorlar.

        "Onlar endişeli değil imtiyazlı muhafazakar, hepsi hesap verecek" diyen müesses nizamla sarmaş dolaş devlet sosyalistlerinin ‘videolarını’ heyecanla retweet ettiler, etmeye devam ediyorlar.

        REKLAM

        Gülşen’in sahne kıyafetini eleştiren İzzet Yıldızhan’ın sözlerini bile magazin dünyası içi bir itiş kakış olmaktan çıkarıp, "cemaat ve tarikatlara teslim olmuş ülke iklimi"ne bağlamayı başarabildiler.

        Hayatının bir yerinde bir şekilde AK Parti’ye destek vermiş herkesi şeytanlaştırarak, şeytanlaştıranlara zevkle mecra temin ederek iktidara muhalefet ettiklerini düşündükleri her anda iktidara koltuk değneği oluyorlar.

        Enes Kara meselesinde olduğu gibi, 83 milyonluk ülkede çıkması yaşanması olası trajediler üzerinden İslamofobi köpürterek, okul öncesi din eğitimini ‘ortaçağ zihniyeti’ gibi bir dille eleştirerek maksatlarındaki haklılık payını sollayıp geride bırakan bir aşırılık içine giriyorlar.

        Sezen Aksu’ya yönelik linç tufanına "Yetmez ama evet demişti, beter olsun" üzerinden eklemlenip, sanatçının cevap niyetine yazdığı şiiri de yeterince güçlü değil diyerek beğenmedier mesela. Alayına söven bir dil kullanmamıştı çünkü.

        "Alayına sövelim"ci , "Asacağız", "Sileceğiz"ci, ceplerinde iddianame ile gezen bu taife bağımsız yargı falan istemiyor, yargıya hükmeden taraf olmak istiyor.

        Herkes için özgürlük istemiyor, biraz da ben hesap sorayım, biraz da ben Silivri’ye göndereyim istiyor.

        Eh, böyle davranılır da karşı taraf bunu görmesin diye beklenir mi? Evet bir de üzerine, bunun görünmez olduğunu varsayıyorlar.

        Hesapta, Millet İttifakı giderek genişleyen güçlü bir blok olacaktı.

        REKLAM

        Ama onlar Millet İttifakı'na kendi renk ve normlarını mühürlemek için direttikçe ittifak zayıflıyor.

        İktidar orada kırılmaya hazır olan bir hat olduğunun farkında mesela ve o hattın dayanma eşiğine, kısaca çatırrt diye kırılması olasılığına oynuyor. Çamlıca Camii'nde olan buydu nitekim.

        Gayet kırılmaya hazır olan o hat gerçektem kırılıverirse onca çaba ve emeğe geçmiş olsun.

        Sonra, gözlerini iri iri açıp soracaklar: Ama Nihal Hanım, bu nasıl olabilir?

        Oluyor, çünkü olabiliyor.

        Oluyor, çünkü yeni sistem, hatta artık gönül rahatlığı ile diyebiliriz ki, yeni rejim, iktidarda olana bu rahatlığı, bu güveni sağlıyor. Un ve yağ tamam.

        Kitlesini daha da tahkim edecek malzemeyi de ülkeyi yönetmeyi değil haklı çıkmayı isteyenler, yaralı kibirlerini kâh muhafazakar kâh Kürt muhalif görüşe sahip olanları hacamat ederek onaranlar veriyor.

        Şeker de tamam olunca; siyaset adına demokrasi adına kalmış kırıntıların helvası karılıveriyor. Buyrun cenaze namazına…

        Elbette Hayır. Hayır. Bir çözüm olmalı. Türkiye kimsenin kimseyi dövemediği, kimsenin tamamen her şeyi kazanamadığı, kimsenin de tamamen her şeyi kaybetmediği bir modele bir dengeye kavuşmalı.

        Teoride bu cümlenin altına herkes imza atar. Ama pratikte kimse ne gerekiyorsa yapmaya hazır değil.

        REKLAM

        Gerekenin ne olduğunu siyasetçiler bulacak.

        O buluşa giden yol ise teşhisi doğru yapmaktan geçiyor.

        Yarın nasipse rejimin karakteri ve mevcut karma rejimler arasında nereye tekabül ettiğini ‘teşhis’ babında yazmaya gayret edeceğim.

        Beklerim.

        Diğer Yazılar