Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Eğer rahip Brunson sahiden dini yaymak, İncil’in buyurduğu gibi “iyi kavga” için mücadele vermeye Türkiye’ye geldiyse kendisine epey yanlış bir ülke seçmiş. 20 yıldır Türkiye’de yaşıyormuş ya, kaç kişiyi kilisesine katabildi gerçekten merak ediyorum.

        Amerikan tarafı da asıl meselenin “adamlarının” yakalandığı olduğunu çok iyi biliyor aslında. Bu “adamların” asıl misyonlarının ötesinde bir kimlikle yıllardır aramızda dolaştıkları, diplomatik dengeler açısından bu duruma göz yumulduğu da ortada. Ancak 15 Temmuz’dan sonra paradigma değişti ve Türk devletinin bu gibi misafirlerin ellerini kollarını sallayarak eskisi kadar rahat dolaşmalarına yönelik toleransı da haklı olarak azaldı.

        Tıpkı konsolos çalışanlarının telefon görüşmeleri gibi, rahibin Türkiye faaliyetlerini de açıklayamıyor Amerikalılar, genel-geçer sözlerle durumu geçiştiriyor. Kuşkusuz, olağanüstü bir tehditle mücadele etmek için 15 Temmuz sonrasında kurunun yanında yaşın da yandığı kimi hataları oldu Türkiye’nin. Tıpkı 11 Eylül’den sonra ilgili-ilgisiz her Müslüman’ın FBI tarafından terörist diye gözetlenmesi gibi.

        Doğrusu, ilk başlarda ben de Brunson’ın Türk yargısının telaşının kurbanı olduğunu düşünüyor, Türkiye’nin Gülen’e karşı orantısız bir koz olarak elinde tuttuğuna inanıyordum. Oysa son günlerdeki gelişmeler tam aksini iddia ediyor.

        SADECE SEÇİM MALZEMESİ Mİ?

        Öncelikle, gerçekten sıradan bir rahip olsa iki ihtimal ortaya çıkardı: Ya ABD onun mahkumiyetini umursamazdı, ya da bu kadar gürültüye mahal vermeden salınırdı Brunson. Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz’ın önceki gün dediği gibi Trump yönetimi adeta Brunson salınmasın diye uğraşıyor… Rahibin ev hapsine alınmasından sonra Erdoğan’la Trump telefonda görüştüğünde bir süreç başlamıştı aslında, ABD bunu bile bile sabote etti.

        Kuşkusuz kamuoyu yoklamalarında güvenilirlik oranı sallanan Trump ve yaveri Pence için rahibi iç politika malzemesi yapmanın bir getirisi var.

        Ancak Brunson krizinin tırmandırılmasında Trump’ı da aşan bir Amerikan eli devreye girmiş gibi görünüyor. Demokratlar yönetimde olsaydı da kriz bu kadar tırmanır mıydı? Eğer rahip gerçekten ABD’nin “adamıysa” Beyaz Saray’da kimin oturduğuyla hiç ilgisi olmazdı alınacak tedbirlerin.

        Peki Trump’ın Türkiye’ye yönelik tehditleri, İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı’na yaptırım uygulaması? Diplomasiyi ve uluslararası bir güç olmanın gereklerinin ne olduğunu bilmeyen portakal rengi bir kafanın çocukça saçmalıklarından ibaret. Zaten devamı da gelmeyecek. ABD de biliyor ki, Türkiye öyle İran gibi kolaylıkla dışlayabileceği bir ülke değil, zaten son yıllarda yaşanan gerginlikler de (tıpkı vize krizi gibi) çoğunlukla göstermelik. İki ülke arasındaki ilişkiler eski dönemlerdeki ambargolarda olduğu gibi bir kalemde silinip atılacak kadar zayıf değil.

        BAĞIMLI BİR TÜRKİYE İSTİYORLAR

        Resmi açıklamada Süleyman Soylu veya Abdülhamit Gül’ün ABD’deki malvarlıklarına el konduğu havası verilse de aslında son satırda “veya ileride mal sahibi olmalarını” diye bir ifade de yer alıyor. Kısacası, bu saçma ambargo girişimi bir ihtimal üzerine dayalı ve asıl amacı da havayı bulandırmak. Türkiye’deki mevcut Amerikan düşmanlığını kaşıyıp kamuoyunu gaza getirmek, “Bak ABD’de malları varmış” diye bir algı yaratıp buradan siyasi krizi tırmandırmak da alelacele akıllarına gelen taktikler arasında yer alıyor olabilir.

        ABD’nin başka ülkelerin içişlerine karışma gibi bir sabıkası olmasa, belki gerçekten masum bir rahibe sahip çıktıklarını düşünebilirdik.

        Konu sadece bir rahip değil. IMF’yi, Dünya Bankası’nı yeniden getirmek, kendisine yeni ittifaklar arayan Türkiye’nin Rusya’yla bağını koparmak, eskiden olduğu gibi ABD’ye tam bağımlı hale getirmek. Bundan sonra da pes edeceklerini sanmıyorum.

        ***

        Hakaret güldürür, ağır hakaret daha da fazla güldürür

        Artık bizi sadece birinin yüzüne karşı aklımıza gelebildiği en abartılı ölçüde hakaret etmek mi güldürüyor? Önceki gün Comedy Central kanalının her yıl düzenlediği geleneksel roast’ların bu yılki kurbanı Bruce Willis’i izlerken aklımdan geçen soru buydu.

        Roast, bir Amerikan komedi geleneği. Bir hedef seçiliyor, o hedefe ateş edecek bir kadro belirleniyor önce. Daha sonra herkes teker teker söz alarak önce panelin üyelerine daha sonra da hedefteki kişiye ağızlarına geleni söylüyor. En sonda ise hedef seçilen kurban sahneye çıkıp teker teker herkese haddini bildiriyor.

        Bu gelenekte atış serbest kuşkusuz ve roast’un öznesinin sonsuz bir dayanıklılığa sahip olması bekleniyor. Tabii ele güne karşı da “Bakın nasıl özgüvenliyim” mesajı veriyor kurban. Burada yazamayacağım kadar ağır hakaretlere uğradıkça ve tahammül ettikçe özgüven imajı da katlanarak artıyor.

        ZAVALLI JUSTIN BIEBER

        Şöhreti biraz geçmiş insanlar aslında bu sayede yeniden gündeme gelip kendilerinden söz ettiriyorlar. Yine de kolay değil ve pek çok ünlü hedef alınmayı reddediyor.

        Ama roast aynı zamanda bir imaj restorasyonu işlevi de görüyor. Kariyeri yerle bir olmak üzereyken Justin Bieber yeniden doğuşunu Comedy Central sahnesinde yaşadı.

        Birçok roast’u izledim ama Bieber’a yönelik hakaretler hakikaten diğerlerinden daha abartılıydı ve gencecik çocuk ilk başlarda neye uğradığını şaşırmış gibiydi. Bieber’ın aslında kadın olduğundan yeteneksizliğine, insanların ondan ne kadar nefret ettiğinden hayranlarının aptallığına kadar hiçbir filtre uygulanmadı.

        Roast’larda Martha Stewart’tan Shaq’e, Snoop Dogg’dan Jewel’a hiç beklenmedik isimler kadroda yer alıyor. Hepsi usta komedi yazarlarıyla çalışıyor ve kendileriyle de dalga geçebiliyor. Tabii metinler zeki kalemlerden çıktığı için de çok ince bir denge gözetiyorlar: Hakaret ediyorlar ama asla rencide etmiyorlar. Hatta dozu kaçıran bile sonunda öyle usta bir manevra yapıyor ki kırdıklarını anında toparlıyor.

        Tabii birkaç yüz milyon dolar kazanmış birine, kimin hakaret ettiğinin de pek önemi yok. Deri dolarla kalınlaşıyor.

        TÜRKİYE’DE KİM HEDEF OLUR?

        İnsanların eleştiriye de espriye de tahammüllerinin olmadığı Türkiye komedisinde bir roast geleneği yok. Onun yerine herkesin birbirini sahte ve abartılı ifadelerle övdüğü sıkıcı “Ustalara Saygı” gecelerimiz var. Kazara roast’lardaki benzer bir espri yapılsa birisi silahını çekiverir vallahi.

        Yine de Comedy Central roast’larını izlerken her sene “Bizde kim bu işe uygun olur” diye düşünüyorum ve aklıma sadece Ertuğrul Özkök geliyor.

        Sanki bir “Ustalara Saygı” gecesi roast’a dönüşse ve tanıdığı insanlar Özkök’ü en ağır ifadelerle hedef alsa orada oturup gülecek, alkışlayacak, şakalara karşılık verecek ve en sonunda da herkese haddini bildirecek, tek bir kurşun yarasıyla ayrılmayacak tek ünlü o gibi geliyor bana. En azından alınsa bile alınmamış gibi yapabilir; bu da bir starlık kumaşı sonuçta.

        Ne dersiniz, denemeye değer mi?

        Bu arada, izlediklerim arasında en iyisi 1977 yılında Richard Pryor’ın hedef alındığı roast… En son sahneye çıkan Pryor’ın konuklardan birine “Yıllardır beyaz bir kadın olarak aramızda dolanıyor, aslında Detroitli bir fahişe” demesine her seferinde gülüyorum.

        Diğer Yazılar