Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Geçmiş TRT müdürlerine kıyasla İbrahim Eren başında bulunduğu kurumu tanıyan, günümüzde atıl bir fikir olan devlet televizyonculuğunun yeni işlevini kavrayan bir isim. TRT Arşiv gibi projelerle bu çağda bile görmezden gelinemeyecek bir kurum olması için çalışıyor. Ama Eren de tıpkı diğer TRT genel müdürleri, hatta bütün 80’leri büyük bir yanılsamaya tutulup mandalina soyarak evlerde toplanan televizyon izleyicileri gibi Eurovision konusunda yanılıyor.

        Eurovision bir milli müsabaka değil, bir rüküşlük ve abartılı gösteriş gösterisidir. Zaten hala devam etmesinin tek nedeni de hitap ettiği niş bir kitlenin bu saçmalıktan vazgeçmemesi, yarışmanın da her sene dozu biraz daha artırarak kendi kendiyle dalga geçebilmeye teslim olmasıdır.

        Aslında Türkiye yıllar önce “Opera”yla bu konuda öncü olmuştu. Zamanında her Eurovision haberinde görüşü sorulan ve her hatırlatıldığında Çetin Alp’i öfkelendiren, bunalıma sürükleyen bu şarkı sadece sözleri, müzikalitesiyle değil sahne kostümleri ve performansıyla da koca bir saçmalıktan ibaretti. Aslında Ajda Pekkan’ın “Petr Oil” ya da “Petrol” diye bilinen saçmalığından daha kötü değildi, ama “Opera”yla farkı birinin komik düştüğü durumun farkında olmaması, diğerinin de bu komikliğin özellikle altını çizmesiydi.

        KİMSE “OPERA”NIN DEĞERİNİ BİLMEDİ

        Susan Sontag, “Camp üzerine notlar” adlı klasik makalesinde bir estetik olarak tanımladığı “camp”i ikiye ayırıyor: Kasıtlı ve doğal olarak ortaya çıkan. Fransızca argoda kullanılan “se camper”den türetilen “camp” aslında “abartılı bir şekilde poz vermek” anlamına geliyor ve Ajda Pekkan’ın bütün varlık sebebini de özetliyor. Kendini şekilden şekle sokması, yer yer uzaylı yer yer köylü kızına dönüşmesi, ama her zaman performansta estetiği ön planda tutmasıyla Ajda Pekkan doğal bir camp, tıpkı “Petrol” gibi. Zaten Sontag da doğal olarak ortaya çıkan camp’in daha tatmin edici ve kalıcı olduğunu söylüyor.

        Kimi Türk pop’una en güzel sözleri armağan eden Aysel Gürel’in kaleminden nasıl “Opera”nın çıktığını anlamaz. Oysa unutmamak gerekir ki, yaşadığı yıllar boyunca ve çok öncesinden de Aysel Gürel’in bizzat kamuoyu sunduğu karakteri “Opera” kadar gerçeküstüydü. İstanbul gay barlarının düzenli konuklarından biri olan, gay’ler tarafından el üstünde tutulup hep ağırlanan Aysel Gürel çok öncelerden çözmüş olmalıydı Eurovision’u.

        Yaşadığı yıllarda tam olarak anlaşılamayan pek çok yaratıcı dahi gibi Aysel Gürel bir aşamadan sonra umursamamaya başlayıp hepimizle dalga geçiyordu. “Opera”yı da kasten bir saçmalama şaheseri olarak ürettiğine kuşku yok. Anlamayan Bülend Özveren, bu şarkıyı seçen seçici kurul ve “Siyasi nedenlerden dolayı hakkımızı yiyorlar” diye mandalinalara abanan bizdik zamanında.

        Oysa, bir başka ülkede olsa “Opera” defalarca cover’lanır, remix’leri kulüplerde çalınır ve hatta hakkında belgeseller, müzikaller yapılırdı.

        Bir keresinde tesadüfen tanıştığım bir bar şarkıcısı artık bir single yapıp ulusal seviyede şöhrete ulaşmak istediğinden bahsetmişti, ona abartılı koreografisini de katarak “Opera”yı yeniden seslendirmesini, çekeceği kliple büyük bir çıkış yakalayabileceğini söylemiştim. Dalga geçtiğimi düşünüp bozuldu, oysa ben ciddiydim. Bu şarkı da bizim kültürel mirasımız aslında, ama bunu bir utanç abidesine döndürmeyi başardık. Özel hiçbir yeteneği ve albenisi olmayan bir bar şarkıcısı bile küçümsediyse…

        SAĞCILARLA EŞCİNSELLER KOL KOLA

        “Opera” bugünkü şartlarda Eurovision’a katılsa birinci olacağına şüphem yok. 80’lerden sonra anlamını yitiren yarışma 1998’de bütün zincirlerini kırarak İsrail’den Dana International’ı birinciliğe taşıdı. Transseksüel şarkıcının zaferi İsrail’de futbol ligi şampiyonluğuna denk geldiğinde Hapoel’in aşırı sağcı taraftarlarıyla Eurovision bağımlısı eşcinseller sokaklardaki kutlamalarda birlikte, kol kolaydı. Demek ki, bu saçma yarışmanın birbirine zıt grupları birleştiren bir tarafı da var.

        Eurovision bir cinsiyet politikası pompalamıyor. Sadece, camp’in, kitsch’in platformu olarak kendisinden bekleneni veriyor. Akşam televizyonda sakallı diva’yı izleyen toplumların “yoldan çıktığına” (ne demekse) dair de bir emare yok.

        Kaldı ki, söz konusu kadın gibi giyinen, erkek mi kadın mı olduğu belli olmayan karakterlerle Türkiye’nin verdiği sınavsa hepimiz TRT arşivine girip yıllarca ülkeye yeni yıl mesajını kimin verdiğini hatırlayabiliriz. Bakalım, Zeki Müren de bizi görecek mi?

        * * *

        Özkan Uğur nasıl Hitler bıyığı bıraktı?

        Geçenlerde Mazhar Alanson üzerine yazarken bir yandan da eski MFÖ albümlerini yeniden dinlemeye başladım. Tamamen hafızamdan çıkmış, “Geldiler” albümünün kapağını görünce beynimden vurulmuşa döndüm.

        Grup o yıllarda yeni bir müzikal arayışa girmiş, “Sude” gibi sözleri hiçbir anlam ifade etmeyen hecelerden oluşan bir şarkı yapmıştı. Milletin delirdiklerini düşüneceğini fark edip de albüme “Geldiler” adını vermişlerdi.

        İşte albümünün kapağında Mazhar Fuat Özkan’ın bu deli imajına uygun, yüzlerine kalemle bıyık çizilmiş… Ama o da ne? Özkan’ın bıyığı bayağı Hitler bıyığı…

        Gerçi o bıyığı ilk kullanan Hitler değil, o dönemin popüler bir stili. İsmet İnönü de kullanmış hatta ve Hitler sempatizanı diye haksızlık ediyorlar. Halbuki moda…

        Ama Hitler’den sonra da kimsenin o modayı diriltmek pek aklına gelmedi; sebebi ortada.

        “Geldiler”i şimdi görünce epey şaşırdım, nasıl böyle bir şey yapabilmişler pek anlamadım. Belli ki şaka ama 80’lerde bile Hitler bıyığı konusunda bir hassasiyet olması gerekmez miydi?

        Diğer Yazılar